3 Sigara 1 Soda ve Küllük Yok

3 sigara 1 Soda ve Küllük yok.

Evet, çok iyi bir başlık değil, bu yazıyı yazarken Fred Yaddaden – Echos dinliyorum YouTube sitesi üzerinden. Son görüntülenme sayısı 404. Bu şarkıyı benim gibi herkes 2 kere dinlemiş olsa, dünyada 200 küsur kişiyiz demektir aynı kulak zevkine sahip.

Çok iyi bir başlık olmadığını söylemiştim. Hiç adetim değildir ama az önce haber okudum. Oradaki beyin yakan başlıklardan sonra elimden gelenin en iyisi bu oldu. Yazının sonlarına doğru eski zihin sağlığıma kavuşacağımı ümit ederken elimde yine saçma sapan bir yığın bilgi kirliliği var. Özellikle gazete siteleri bir haberi doğru vermek bir yana, yanlış da olsa bilgi vermemek için yazıyı ellerinden geldiğince uzatıyorlar. Neden böyle sorusuna cevabım aslında işin teknik kısmını bildiğim için çok basit. Bir arama motoru, aratılan anahtar kelime neticesinde sıraladığı sitelerden kullanıcının hangisinde daha fazla vakit geçirdiğine bakar ve bir sonraki aynı anahtar kelime sorgusunda ilgili sitelerin listesini sayfalarda kalınma süresine göre yeniden düzenler.

Bunu söylerken hiçbir amacım yoktu, böyle bir şeyin varlığı bilinse ne olur, bilinmese ne olur?

Yine de şükürler olsun ki hiçbir gazetede köşe yazarı değilim, köşe yazarlığı adında bir meslek grubu bile var ülkede. Evet, bu insanlar köşelere yazı yazıyorlar. Gazetelerin satın alım oranları internetin yaygınlaşmasıyla neredeyse dibi görmüş olsa bile ve satın alanların köşe yazılarını okumaktansa resimlere bakmayı tercih etmesine rağmen köşe yazarlığı devam ediyor. Köşe yazılarını, köşe yazarlarının kendileri, rakip köşe yazarları, gazete sahipleri veya editörlerden başka kimse okumuyor. Okuyan varsa da vakti çoktur.

Hürriyet Gazetesinin internet sitesine girip, arama bölümüne “Ağırlıklar gitti” yazarsanız, muhtemelen hiç tanımadığınız bir kadının silikonlarını aldırdığının detaylı haberini görebilirsiniz. Çünkü milletçe ve ülkece hiç tanımadığımız birinin göğüslerine yaptığımız yatırım, gayri safi milli hasılanın %12’si kadar ki, bu oran aslında yazarların, gazetelerin, televizyonların, kısaca medyanın insan zihinlerinin 0 üzeri -18 kadar akıllı olduğunun kanıtıdır. Bu durum sadece ülkemizde sınırlı değil, herhangi bir ülkenin popüler gazetelerinde bu durumu görebilirsiniz. Ancak “Hürriyet” gibi bir kavramın içinin böyle dolması çok acıklı.

Yine de şükür ki, hiçbir yerime estetik yaptırmadım ve estetik kaygısı gütmüyorum. Kıçına dahi silikon taktıran insanlarla aynı dünya da olmak utanç verici olsa da “sahte popo” isminde üretilen külotları görünce o kadar da delirmemişiz diyebiliyorum. Olsun, varsın, takma kıç yine de göz ardı edilebilir bir durum. 3 tarafı sularla çevrili ve yılda yaklaşık 305 mm yağış alan bir ülke için neden su faturasının ödendiği sorusu sorulamaz bile takma kıçlıların yanında.

Yine de şükürler olsun, ödenmemiş su faturam yok. Bir defasında bu eleştiriyi devlet erkanından bir adamın yanında da yapmıştım. Bana “Kanalizasyon Masrafları”ndan bahsetmişti, yani vatandaş olarak ödediğim vergiler yetmiyormuş. Ve zaten su faturaları çok gelmiyormuş.

Yine de şükürler olsun ki vatandaşım ama herhangi bir devletim yok, yine şükürler olsun ki hiçbir siyasi partiye mensup değilim, siyasi bir görüşüm yok. Elbette düşüncelerim ve fikirlerim var ve bunların siyasi olanları var, siyahi ve hatta cani olanları dahi var. Yine de siyasi değilim… Siyasetten bahsedip kafa ütülemek istemem ama siyasetçi olup da dürüst olan kimseyi görmedim, hepsi yalancı ve yalancı birine nasıl olur da ülkeyi yönetmek için oy verebilirim ki?

Kıçı kırık muhtarlığa bile gidince sıra bekliyorum. Oysa muhtar benim verdiğim vergilerle maaş alıyor, tek yaptığı ise ofisinde oturup, benim ona gitmemi beklemek. Öyle muhtarlığı ***** de yapar. Öyle siyaseti takma kıçlılar da yapar.

Yine de şükürler olsun ki, hiçbir mahallenin muhtarı değilim. Hiçbir kasabanın valisi, hiçbir malın varisi de değilim. Şükür olsun diyorum çünkü eğitim sistemim beni böyle eğitti. Hastanelerim beni böyle tedavi etti. Sorunun bende olduğunu, sorunlu olanın ben olduğunu dikte edip durdular. Çünkü onlar da böyle eğitilmişti, böyle tedavi edilmişti. O yüzden sorguladığım şey neyse hep doğru olanın zıttıydı doğru olan aslında.

Şimdi kalkmış öğrendiklerim kadarıyla kıçı kırık bir sandalyede orijinal bir poponun üzerine oturarak bunları yazıyorum ve muhtemelen kimsenin umurunda değil.

Normalde bu tarz yazıların sonunda yazarın veya yazıyı yazan kişinin zihninden beklenti, “hayatın sırrını şimdi verecek” ya da bunca yazıyı okuduktan sonra “bu yazı bana bilmediğim bir şeyi öğretecek ve benden daha gerizekalı arkadaşlarım içinde bunu kendi fikrimmiş gibi anlatacağım” kadar küçüktür. Küçük hedefler, küçük düşünceler, küçük dünyalar.

Yine de şükürler olsun ki hiçbir fikrin ağababası değilim, hiçbir örgütün delegesi, elebaşı değilim. Böyle olmayışım yine de beyinleri kafalarından sökülmüş gibi davranan insanları ağaç motoruyla ortadan ikiye bölmek isteğimi içimden çıkaramıyor. Evet, ağaç motoru biraz canice ancak bana ne onun kıçından, şunun başından giydiği ayakkabıdan. Beşiktaş’ın kazandığı maçlardan.

Yine de şükürler olsun ki hiçbir takımın taraftarı değilim. Futbol hakkında daha önce çok sert konuştuğum ve eleştirdiğim yazılarım oldu. Futbol üzerine yaptığım tartışmalarda aklı başında olan kimse bana “mantıklı” bir açıklama yapamadı. Soru da “Bir insan, bir futbol takımını neden tutar ki?” sorusuydu. Evet, mantıklı bir cevap gelemedi, kimisi eğlenceli dedi, kimisi zevkli, kimisi vakit geçiriyorum, kimisi “anlıyorum” dedi. Evet futbol camiasının olmasını kendi anlamlandırmasıyla birleştirerek savundu. Bunlar gereksiz cevaplardı, benim en çok sevdiğim cevap ise “iddia oynuyoruz ya abi, ek gelir oluyor işte” cevabıydı gencecik bir zihinden.

Bir tarafta atomu parçalayanlar, bir tarafta iddia oynayanlar.

Hal böyle olunca benim eğitim sistemim buna göre şekilleniyor, olasılıklar üzerine kuruluyor. Aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın demekle olmuyor maalesef, bazı şeylerin sorumluluğunu üstümüze almamakla o sorumluluğu sorun haline getiriyoruz ve bu da beraberinde açlık sınırının 2.500 TL kadar düşük olmasına rağmen bir sınır olmasına neden oluyor. Üretemediğimiz her şeyi tüketmekten utanmaz bir millet haline geldik kısacası.

Neyse ki Amerika’nın durumu bizden daha kötü. Yani bu sözüm sizi teselli etmeli ve artık üzerinde çalıştığınız ne varsa o işe son vermeniz gerektiğini belirtiyor. Ülkemizde işler siyasi boyutta böyle ilerliyor. Ülkece yapamadıklarımızın acısını ülkece yapamayanlardan çıkarıyoruz. Ya da yapanların başına bir bela geldiğinde ondan gurur duyuyoruz. Çünkü ülkesi ne olursa olsun insan canidir. Evet az önce boyut kelimesini kullandım, çünkü televizyonlar bu boyutlara açılan portallar gibi değiller mi?

Şükürler olsun ki bir televizyon kanalım yok veya televizyon izlemiyorum. Yine de mutlaka bir yerlerde denk geliyor işte insan. Uçan Kuş diye bir televizyon programına denk gelmiştim, sonra o bir televizyon kanalı olmuş. Uçan Kuş, yani ne demek ki? Uçan Kuş. Hani, “Uçmayan Kuş” olsa, belki cezbeder bir tarafı olur, hani bir kuşun en büyük özelliği uçmaktır ya, bu da uçamadığı için işi artık magazinle uğraşmak olmuş diyebilirdim. Bunu da dedirtmiyorlar. Ne yerine koyuyorlar beni/bizi anlam veremiyorum. Hata bende/bizde ama bunları anlamlandırmaya çalışarak.

İşte o yüzden, şu an sorguladığım ne varsa hepsinden sıkıldım ve tiksiniyorum. Şimdi gidip, uyuyacağım, zaten uyanmış gibi.

#OD | Eleştiremiyorum bile.

Yazar Hakkında

Türkiye’de okur-yazar oranının %6’larda dolaştığı 21. yüzyılda sorgulama mekanizmalarının çalışmamasını sorgulamak oldukça gereksiz, biliyorum! Buna rağmen gündeme dair sessiz kalmak vicdanımın gürültüsünden uyumama izin vermiyor. Bu sorguları/tespitleri bırakalı uzunca bir zaman olmuştu aslında ve aslında ara-sıra gelip bir şeyler yazıyordum, şimdi bütün kinimi ve nefretimi kalemime alıp, yeniden yazmak istiyorum…

Ve bana engel olabilecek tek kişi yine benim…