Nasılsa Yokmuş

Uykusuzluktan midemin bulandığı saatteyiz. 05:23’te. Birazdan üçüncü kahvemi içeceğim ve tüm gün uyanık tutmasını bekleyeceğim… Kahvenin uykuya iyi geldiği inancıyla! Oysa daha önce böyle olmadığını 100’den fazla kez deneyimlemiştim. Evet, haksız olsam bile inancım sarsılmazdır benim, çelik kesen kıvamdadır fikirlerim, elmas ezen dirayettedir zihnim…

Zihnimde öyle güzel fikirler, öyle güzel hayaller vardır ki, dokunmaya kıyamazsınız. Öyle nadir ve enderdir. Ama artık akademik ve didaktik olmakla da ilgilenmiyorum. İnsanlara iyi olmayı öğretmeye çalışmanın kötü sonuçlarıyla yüzleştim. Sonra kendimle yüzleştim, boşunaydı çabam ama hala umurumdaydı ve buna rağmen yüzümü döküp küllüğüme, söndürdüm içimdeki şu nedenselliği ve yürüdüm.

Şimdi soğuk ve uykuyla boğuşuyorum! İnsanı kemiren 2 olgu gibi soğuk ve uyku, “zamandan” sonra elbette! Biliyorum, zamandan çok fazla yakınıyorum ama “hayattan” sonra isyanımın yakıştığı pek bir şey yok aslında. Bir de şu diğer şairlerin sözlerine itimat etmeni kaldıramıyorum.

Eskisi gibi şiirler yazmıyorum… aslında yazıyorum da kimseye okumuyorum, kimseye anlatmıyorum, herkes habersiz bundan. Bazen haksızlık ettiğimi düşünüyorum herkese ve kendime. Bildiğim tüm şairlerin, ölümünden sonra dirildi şiirleri. Bazıları şarkı bile oldu! Ne var ki tüm şairlerde senaryo aynı değil, olacak diye bir kaidesi de bulunmuyor… Hal böyle olunca yazıp-yazmamak hakkındaki kararsızlığımın içinde kayboluyorum.

Neyse ki kimsenin umurunda değil. Ben öldükten sonra şiirlerim, yazdıklarım yok satsa ne, satmasa ne… Gerçi şu anda da böyle bir kaygım yok, şiirlerim ben yaşarken yok satsa ne, yok satmasa ne… nasılsa yokmuş!

Neyse-ne! Artık uğraşmıyorum kelimelerin aşkı anlatmasıyla. Yine de birkaç okkalı söz gelmiyor değil kalbimin içinden dilime. Sonra yazdıklarıma dönüp bakıyorum şöyle bir, öyle efsanevi şeyler yazmışım ki, bazen okuduğumda kendime inanamıyorum. Ve bunu abartmıyorum ve bunu aslında kendime de mâl etmiyorum. Yazdığım her şey, yazdığım kişi yüzünden efsaneviydi. Ve belki ölene kadar da tekrarlayacağım şu cümlenin de anlattığı hissiyatla yazdım… “Bütün bunları geride benden bir şeyler bırakmak için değil, Sen’den bir şeyler kalması için yazdım.” Evet, her ne döküldüyse dudağımdan, kalemimden, hepsi kalbimdendi ve hala kalbimdeler onlar, bir yere gitmediler, sadece artık saklanıyorlar.

Sen de saklanıyorsun benden!

Boşuna saklanıyorsun benden, saklanman gereken kişi ben değilim… sahi neden saklanıyorsun benden? Dünyanın bunca kalabalığından sıkılırsın, onlar sana külfet olur bir zaman sonra ama bendeki senden asla sıkılmazsın… Çünkü insan kendinden sıkılamaz, eğer o sen isen böyle bir kavramın olma ihtimali dahi düşünülemez. Belki de yaptığım şey bu yüzden yanlıştır, haddinden fazla sevmek, haddinden fazla efsanevileştirmek seni. Öyle olmadığını ikimiz de biliyoruz ve sen beni bazen sırf sana dünyada kimsenin yazamayacağı kelimeleri yazdığım için seviyorsun.

Biliyorum, tüm bunlara rağmen saçma bir adamım. Tüm bu aşk benliğimle saçma görünüyorum. Mantıklı olmaya çalıştıkça da saçmalıyorum, bunun da farkındayım. Ama elimden gelen sadece bu. Seni özlemek, yanındayken bile üstelik, gözlerinin içine bakarken, ellerini tutarken de böyleydi bu tutmuyorken de öyle. Nasıl olduğunu bilmediğim ve anlam veremediğim bir şekilde hem de. Öyle anlamsızca ki bu, normalde ben olmayan birinin ruhu duruyor tam karşında. Çünkü öyle demişti şair, “Sana aşık olmak, bana ışık olmak gibi bir şey.”

Şimdi bu sözden bin cilt aşk sözü dökülebilir dilimden, senin gözlerin görmez yine de. Sen görmedikten sonra ne işime yarar ki tüm bu sözler? Safsatadan öte gidemez, birisi duysa, kulak dolusu saçmalık kusar zihninden, hiç umurumda da olmaz aşk-meşk falan öyle, ben yeni saçmalıkların altına imzamı atarım, sadece sen gör diye.

Bende saklanıyorsun sen!

Sabaha, bu güzel sabaha, güzel bir şiir yazmak isterdim. Senden daha güzel olamayacağını bildiğim halde, yine de anlatırdım tasvirini satırlarca, saçlarının yansıttığı parıltıdan betimlerdim ışığın anlamını mesela, rüzgarlar ekerdi saçların bende dinmez kasırgalara filiz… ben gözlerindeki camdan kafese hapsolurdum yine saatlerce ve asırlarca sürmesini istediğim bir esaret olurdu bu, hiç bitmeyen bir cümle kurardım boynundan… kasırga diner saçların omuzlarına düşerdi sonra, köprücüklerinden vanilya kokan göğüslerine çakılırdım irtifamı kaybedip, ufuklarına baş kaldırıp dudaklarından uzunca bir hasretin adını tarihimize kazırdım sonra, olur ya “varmış” olurdu bir anda tüm bunlar, sonra ben uzunca bir paragrafta dolanırdım tüm vücudunu… sen altına imzanı atardın… sana benzeyen bir kızım olması için… benim gibi bir adama ışık olabilmesi adına…


Yine görmezden geldim kendimi, saatten bihaberim, habersizim bunca zamandır senden. Ve benden bana kalmadı senin yüzünden. Yeryüzünden, gökyüzünden ve denizyüzünden yürüyüp aştım tüm engelleri, açtım içimi, döktüm, döndüm şaşkına, şaşırma, kim düşüp de kalkar ayağa sen aşkında?

İşte yine görmezden geldim kendimi, kendimden bihaberim, habersizim saatten… zamandan… Ve sende hiç kalmamış bir “ben” yüzünden, utandım yüzümden… doğruldum yerimden, sadece yürüdüm. Sona doğru, sonsuzluğa doğru… Öyle ya, sonunda sonsuzluk yok mu bu yolun? Yürüyorum öyleyse sadece bilinmezliğin yollarında, kahır sapaklarını geçip, yangın virajlarından dönüp yürüyorum bitmeyen sensizliği… sen sebepsiz bensizliğinde bilinçsiz dolanıyorsun oralarda.

#OD | Bendeniz * Yokmuş diyen kanıtlamak zorunda yokluğu! Ben hala varmış‘ım…