Sana Oğuz’dan Bahsedeyim mi?

Biliyor musun Ahlâl… Bence her insanın zihni başka bir evren… Hani bahsettiğin şu paralel evrenler var ya… Bence o evrenler, insanların zihni…

Sanki bu yüzyıldan ve bu kâinattan değilmişler gibi davranıyorlar. Hiç anlayamıyorum. Kendimi de anlayamıyorum ki zaten başkalarını anlayayım ya da anlatayım…

Öyle ukdelerim var ki şu hayata. Kimisi isyan muhtevasında, kimisi öldürdüğüm zamanlarıma ve kimisi de şu gençliğimin gidişini izlemekle ilgili. Yine de geriye dönüp baktığımda, en güzelini sevdiğimi, en güzelinin de beni sevdiğini görebiliyorum. Daha önemlisi de ne biliyor musun? En güzeline Aşığım, en güzeli bana Aşık… Ya da ben aşık olduğunu düşmek istiyorum. Çünkü O’nun aşkı, diğer her aşkın veya sevgi denen hissin üstünde, üzerinde. Bense çoğu zaman bu aşkı görmezlikten geliyorum.

Neden böyle yaptığımı bilmiyorum. Bazen her şeyi ama her şeyi geride bırakıp, gitmek isteği var oluyor içimde. Sonra aklım başıma geldiğinde ise bu isteğimin ne kadar aptalca olduğunun farkına varıyorum. Çünkü sahip olduklarıma baktığımda, tekrar sahip olma ihtimalimin sıfır olduğunu çok iyi biliyorum.

Öyledir, insan bilmesine rağmen hiçbir şey bilmeyen en kıt kafalı varlıktır.


Sana Oğuz’dan bahsedeyim mi?

Oğuz, aptalın teki olmak dışında deli dolu bir adamdı. Sevdiklerine sımsıkı tutunur ve onları asla bırakmazdı. Bilekleri kopsa bile. Canından vazgeçecek kadar. Hatta O’nu anlamak için çok çaba sarf ederdim. Kendime hep şu soruyu sorardım. “Nasıl olurda bir insan, kendi canından vazgeçecek kadar çok başka bir insanı sevebilir?” Nasıl olabilir bu? İçimizdeki hangi duygu, hangi his buna neden olur? O kadar çok sorgulardım ki, artık zihnim bu sorgudan yorulur ve uykuya sızardım.

Deli dolu olmasının dışında, kafasını yastığa koyduğunda, kavuşamayacağı aşkına yazdığı şiirlerin kitabını yazar ve bu kitap binlerce kişi tarafından okunur ve insanların saygısını kazanmanın hayalini kurardı. Zaten hiçbir zaman maddiyat kazanmak olmamıştı hayallerinde. Hep, gerçekten içindekini anlatmak olmuştu histeriği.

Oğuz’un hayatı biraz trajedi, tragedya ve çoğunlukla tulûattı. İçindeki kantolardan sadece birinin sesini çok yüksek sesle duymak isterdi.

&

Ah yarenim, Ahlâl’im… Şimdi burada olsan da seninle bunları şöyle derinlemesine konuşsak, hatta birkaç duble, okkalı kafiyeler savursak ağız dolusu küfür ediyormuşçasına gökyüzüne. Ne var ki, bu isteğimin bile abartı sayılacak kadar lüks olduğunun farkındayım.

&

Sonra durup düşündüğümde, “Bir dakika, sen… hey sen… kimsin ve kendini ne sanıyorsun yine böyle rotayı kuzeye çevirecek kadar asilikle.” diyorum hala naaşı yerde duran Oğuz’un tüm benliklerine.

Çok mu bunalım takılıyorum yine?

Bence öyle. Bir defasında Oğuz bir söz söylemişti. Demişti ki “Uyanmayı başaramamışlar, seni nasıl uyandıracaklar?” elbette bunu soru cümlesi olarak değil de, özlü söz niteliğinde söylemişti. Şimdi durup bu sözün analinizi yaptığımda aslında söylemek istediğinin, “Sen kendini anlatamayanlarla ve anlamayanlarla dolu bir kâinatta kendini anlattığını ve anlaşılabildiğini sanıyorsun.” Evet. Bu söz tam anlamıyla şimdi bu manayı yüklüyor omuzlarıma.

&

Nevhâ’nın içinde öyle anlamlar saklı ki, bunu kendime bile söylemeye korkuyorum şimdi. Şimdi tam anlamıyla Oğuz’u anlatmaktan ben dahi utanıyorum. O dürüst budalasının tekiydi. Bir martısı vardı ve onun çığlıklarıyla uyandığı sabahların bunalım hallerini kendine özelmiş gibi hissederdi. Sonra hayıflanır ve dertlenirdi. Oysa bildiği tek şey aptallıktı. Zaten aptallıkları yüzünden her şeyden vazgeçip, intihar etti. Bu intihar, bir bakıma iyi oldu. En azından artık saçma şiirlerini eskisi kadar okumak zorunda değiliz. Artık ben varım ve var olmaktan mutluyum. Ayrıca sen varsın, lâl olabilirsin ama benimlesin.

#Kafsal