Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

Çünkü bilmiyorsun!
#De ki “Hiç bilenlerle, bilmeyenler bir olur mu?”
( Zümer – 39:9 )

Önsöz
(Ben nasıl bu kadar çok yazdıysam, sizin de o kadar çok okumanız gerekiyor. Her konuda!)

Benim felsefem bilgi üzerine kuruludur. Bilim, ilim, en ufak bir bilgi kırıntısı dahi edinmek ve insanlara, sonraki nesillere aktarmak hayat amaçlarımdan biridir. Çünkü bilgisizlik bize ancak zarar verir. Bilginin kimden geldiği değil de doğruluğu önemlidir. Bu yazı ve bu yazının esasları gereğince, içeriğindeki bilgileri sorgulayıp, araştırmanız çok önemlidir. Bunu bir anda değil, zamana yayarak yapmanız da oldukça önemlidir.

Bu yazıyı yazıyorum, çünkü bir zamanlar bende bu yazının cevap esasları gereğince araştırmalar yapmış, sorgulamalarım neticesinde, bir şekilde inançsızlığa yönelecek yollar ararken bulmuştum kendimi. Çok büyük bir külliyat vardı önümde, hadis kitapları, din alimlerinin söyledikleri, herkes ama herkes Yaratıcı hakkında en az 1 farklı görüşe sahipti. Temel argümanım ise, “Nasıl tekbir kitabın birden fazla yorumu olabilir?” idi.

Hâl böyle olunca işin içinden çıkamadığımı fark etmiş ve 2007 yılında (18 Yaşında) her şeyi bir kenara atıp hayatımı süregeldiğince yaşamaya karar vermiştim. Buna rağmen, Yaratıcıya dair düşüncelere dalıp giderken bulurdum yine kendimi. Elimde olamazdı, bir şekilde, bir nedenden dolayı Yaratıcıyı hep düşünürdüm.

Sonra, bir gün, aklıma şöyle bir soru geldi, “Yaratıcının yokluğunu kanıtlayamayan her şey aslında Yaratıcının ispatı değil midir?.” Bu soru üzerine biraz yoğunlaştım ve kendimle, fikrimle, felsefemle, mantığımla derin bir savaşa girdim… Elbette yaratıcının yokluğuna dairdi bu savaş ve sonunda ne oldu biliyor musunuz? Kaybettim… bildiğiniz yenildim, hatta paramparça oldum. Sonra okumaya ve araştırmaya devam ettim… bu serüven boyunca “aslında hiçbir şey bilmiyormuşum” cümlesini çok defa tekrarladım kendime ve hâlâ da tekrarlarım. Gerçekten ne kadar az şey ve ne kadar da yanlış bildiğimi öğrendim. Bu bende soğuk su etkisi yarattı ve yapıştım yakasına, asla bırakmadım peşini, üstelik hâlâ!


Yazının öyküsü.
(2007 yılından yaklaşık 10 yıl sonra.)

Çalıştığım firma vesilesiyle tanıştığım biri ile ayak üstü sohbet ettik. Tanrı’ya dair fikirlerini, dinler hakkında düşüncelerinde içinden çıkmadığı konuların önüne nasıl geçtiğini ve birkaç becerisini daha anlattıktan sonra dedik ki; “-Bir yerde buluşup, daha detaylı konuşalım. İşler hakkında da konuşuruz.”

22 Mart 2017 iş çıkışı Halıcıoğlu’na gittim, arkadaşla buluştuk. Önce bana güzel bir yemek ısmarladı, ardından sahil kenarında oturup konuşmaya başladık, önce havadan-sudan, sonra işten-güçten ve derken konu Yaratıcıya geldi. Uzun uzadıya Tanrıyla ilgili düşüncelerini fikirlerini anlattı, anlattığı hemen-hemen her şeyi bende sorgulamış veya daha önceden benzer argümanlarla düşünmüştüm.

Ve sonra şöyle dedi;
.:Ben tanrıya inanıyorum ama benim tanrım senin tanrın kadar aciz olamaz.

Sonra bu sözü biraz daha açarak;
.:Şu dünyadaki adaletsizlik, bunca yaşanan haksızlıklar ve diğer binlerce kötü olaydan sorumlu olan senin tanrın, benim gözümde tanrı bunların hiçbirine izin vermezdi.


Konuşmanın özeti.
(Yaklaşık 3 saat konuştuktan sonra.)

2-3 saat konuştuk, o argümanlarını sundu, ben argümanlarımı sundum. Birkaç defa gözlerinde, kendi içine dönüp argümanlarının aslında yanlış olduğunun farkına vardığını gördüm ama hemen sonra başka argümanlar sunarak önceki argümanlarını desteklemeye çalıştı. Onun sorguladığı her şeyi daha önceden sorgulamıştım ve sorduğu her soruya cevap verdiğim için gözlerinde bu sefer bıkkınlığı gördüm. Muhtemelen bana söylediklerini daha önce başkalarına da defalarca anlatmış, benim ona söylediklerimi de defalarca dinlemişti. Nitekim, sonunda bana bir arkadaşı ile birlikte yazdığı yazıdan bahsetti ve eğer o yazıyı okursam anlattıklarını daha net anlayacağımı söyledi. Bu yazıyı, 7-8 arkadaş bir araya gelerek 1 gecede yazmışlar. Herkes özgürce fikirlerini anlatmış ve “Uzay Kalemdar” bunları not almış. Sonra da temize çekmişler.

Ondan ayrıldıktan birkaç gün sonra yazıyı okudum. 7-8 kişinin bir araya gelip yazdığı bu yazının mantık, felsefe, akıl dolu bir yazı olduğunu sanmıştım ve aynı dikkatle de okumuştum. Yazının ilerleyen paragraflarında saplanılan konuların, başlıkların bir bataklıktan farksız olduğu kanısına vardım. Ne var ki bu yazıyı binlerce kişi okumuş ve beğenmişti. Arkadaşla yaptığımız konuşma agnostisizm + deizim ağırlıklıyken bahsettiği yazı doğrudan ateistçe yazılmıştı ve yazı Medium adında bir postBlog sayfasında yer alıyordu. Benimde orada bir hesabım vardı ve bende orada yazıyordum hatta yazdıklarıma Türkçe Kuruluş sayfasından ulaşabilirsiniz. Kısmet olursa bu yazıyı bitirdikten sonra orada da yayımlayacağım.


Uzay Kalemdar.
(Uzay’ın temel argümanı, tanrıya inanmamak değil, “İnanamamak.”.)

Ben Uzay’la hiç şahsen tanışmadım, birebir oturup konuşmadım, nasıl biridir, neler yapar, hiçbir fikrim yok. Ancak yazdıklarından anladığım kadarıyla sağlıksız bir akla sahip. Yazıya “tarafsızca” başlayıp, ilk paragrafında tarafını belli etmiş, kendi bakış açısıyla da bitirmiş. Öyle ki bazı paragraflarda istemsizce güldüm, bazı paragraflarda acıdım, bazılarında üzüldüm. Pozitif olan çok az şey vardı. Baştan aşağı mantık hatasıydı, konuları ele alış biçimleri, biçimsizlikten ibaretti. Uzay, çok azıcık bilgisiyle kocaman bir bilinmeyene kafa tutuyordu, bu cahil cesaretinden ve sorgulama merakından dolayı edinmiş olduğu bilgilerin çoğu ciddiyetsiz ortamlardan edinilmiş olduğu kanaatine vardım. Uzay Bey’in yazısına buradan ulaşabilirsiniz.


Başlamadan önce.
(Bilgi sonsuzdur, bilgisizlikte öyle. #OD)

Dediğim gibi, bu yazıyı yazıyorum çünkü daha önceden benzer bir düşünceye sahiptim ama asıl amacım insanları inandırmak değil. Aklı olan kullanır misali, isteyen inanır, isteyen inanmaz. Ama ben yazıma Uzay gibi tarafsızca diye başlamayacağım, benim bir tarafım var, o da inanç tarafı. Bu yazı uzun soluklu ve epeyce uzun olacak… çünkü yazı “içeriği” küçümsenecek, “azımsanacak” bilgilerden oluşmuyor. Bu bilgiler, kişinin hem bu dünya yaşamını, hem de (inanıyorsa) ahiret yaşamını doğrudan etkileyecek. O nedenle, çok düşünüp, çok sorgulayıp doğru karar vermek gerekiyor. Bismillahirramanirrahim.


İndeks (Yazı İçeriği)
  1. Bölüm: Sorgulama ve Karar Verme
    1. Sorgulama
    2. Karar Verme
    3. Soru & Yorum & Cevap
  2. Bölüm: Tanrıya İnanamıyorum
    1. İnanmak
    2. Bilmek
    3. İnanamıyorum Açılımı
    4. İnanıyorum Açılımı
  3. Bölüm: Ateist Düşünce Eğilimi
    1. Ateist, Ateizm
    2. BigBang’e İnanmak
    3. İnanç, İnanmak
    4. Ateist Olunamaz ( Olamazsınız 🙂 )
  4. Bölüm: Kur’an-ı Kerim Sıradan mı?
    1. Kur’an-ı Kerim’i Kim Yazdı?
    2. Muhammed Peygamber Bir Yazar mıydı?
    3. Kur’an-ı Kerim Sıradan mı?
    4. Kur’an-ı Kerim’in Neden Farklı Yorumları Var?
    5. Kur’an-ı Kerim’in Yorumlanışı
  5. Bölüm: Dinlerin İndiriliş Gayeleri ve Peygamber Seçimi
    1. Dinler Ne Demektir?
    2. Peygamberlik Kurumu ve Peygamber Seçimi
    3. Peygamber ve Peygamberlik
    4. Allah’ın Peygamber Seçimi
    5. Allah Rastgele Peygamber Seçer mi?
    6. Peygamber Seçimine Kur’an’dan Deliller
    7. Peygamber Seçimine Mantıktan Deliller
    8. Hz.Muhammed’in İkna Yeteneği
    9. Peygamberliğe 3’üncü Şahısların Şahitliği
    10. Peygamberlerin Mucizeleri
    11. İsra Suresi 59’uncu Ayete Cevap
  6. Allah, pis işleri için insanları mı kullanıyor?
    1. Allah insanları birbirine mi düşürüyor?
    2. İnananlar ve İnanmayanlar Arasında Savaşlar
    3. Köleliğin Yasaklanmaması
    4. Kadınları Cariye (Seks Köleleri Haline Getirmek)
    5. Zengin ve Fakir Arasında Denge Kurulmaması
    6. Sömürülerin Günah Olmaması
    7. Tanrı Pedofili mi? (Çocuk İstismarı & 9 Yaşında Evlilik)
    8. Domuz etinin yasaklığı.
    9. Kur’an’da Peygamberin Yatak Hayatı Detayları
  7. Çok Fazla Sayıda Tanrı Var
    1. Dinler Arası Savaşlar
    2. Tarihteki ve Kur’an’daki Tanrılar
  8. Dünya Yaşamı Tarihi
    8.1. Evrenin Başlangıcı
    8.2. Dünyada Hayatın Başlangıcı
    8.3. İnsanlığın Başlangıcı
    8.4. Tanrının Başlangıcı
    8.5. İslamiyet’in Başlangıcı
    8.6. Zamanın Başlangıcı
    8. Ek Bölüm: Tanrı Zamanı İsraf mı Ediyor?
  9. Aileden gördükçe Müslümanlık (Taklidi İman)
  • Tanrı Sıradan insani arzulara sahip.
    – Düşman toplumları alt etmek ve onlardan öç almak.
    – İnananları itaatkar hale getirmek.
    – Değerli toprakları ele geçirmek.
    – Bazı ticari malları değerli hale getirmek.
    – Kadınları erkeklerin hizmetine sunmak.
  • Tanrı Egoist, Obsesif, seksist tavırlar içinde mi?
  • Tanrının tapınılmaya ihtiyacı mı var?
    – İnsanlar değersiz mi?
    – İbadetin tarihçesi.
    – Kim için ibadet ediyoruz?
    – Neden ibadet ediyoruz.
    – Tanrıya kurbanlar verme.
    – Kendini Aç bırakarak cezalandırma (Oruç)
    – İbadetlerin değişim süreçleri.
  • Allah her insanı mutlu yaratamaz mıydı?
    – Allah’ın yaratışında kusur mu var?
    – Allah’ın imtihanı, ödül & ceza.
    – Adem ve Havva elma yedikleri için mi cezalandırıldı?
    – İnsanları köleleştirmek için masallar.
  • Tanrı Kavramı Mantık çerçevesinde sürekli çelişkilere düşüyor.
    – Yaratıcı hem sonsuz, hem her şeyi bilen, hem tek, hem de yaratma ihtiyacına sahip olamaz.
    — Her şeyi bilmek.
    — Tek olmak.
    –Tanrının yaratmaya ihtiyacı mı var?
    – Hem her şeye gücü yeten bir tanrı ölümsüz olamaz, kendini öldürmeye gücü yetmiyor demek ki.
    – Tanrının her şeye gücü yetiyorsa neden kendini kanıtlamaya ihtiyacı var insanlar yaratarak.
    — Tanrı insanları yaratma da yetersiz mi?
    – Tanrının canı sıkılır mı?
    Bunlar gibi onlarca çelişki olayca üretilebilir.
  • Tanrı birçok konuda bilgisiz.
    – Kahf 86
    – Şuara 33
    – Tarık 7
    – Ra’d 13
    – Hac 65
    Bu örnekler onlarca yeter ki okuyun ve düşünün.
  • Tanrı ırk ve cinsiyet ayırt ediyor.
    – Başka dinlerden olan insanlarla görüşmeyi yasaklama.
    – Kadınlar erkeklerin hizmetine mi sunulmakta?
    – Kadınlar yarım yada eksik mi?
    – Nisa 3-34-128
    – Bakara 228
    – Nur 31
    – Ahzab 50-51
    Eşcinsellik ve çift cinsiyetçilik bakış açısının hatalı olması.
  • İnanç, sıradan bir insanın rahatça öldürülmesini sağlayabiliyor.
    – İnsanların katil olması.
    – Allah adına yapılan savaşlar.
    – Cennetle ödüllendirilme.
    – Nisa 89-91
    – Bakara 191
    – Maide 33
    – Tevbe 5
    – Ahzab 60-61
    – Muhammed 4
    – Eğitimli insanlar katil olmaktan kurtuluyorlar.
    – Ayet ve Hadisler arasındaki ayrım.
    – Işid gerçeği kapımızda.
    – Ateist düşünceyi hedef alan din adamları.
  • Dinler güç unsuru olarak kullanılıyor.
    – Oyundan bir sahne gösteriliyor.
    – Din adına savaşmak.
    – Eğer savaşlar din adına yapılsaydı amerika da avrupada savaş olmazdı. Vikinglerde de öyle.
    – (Kendisi ölüm emri verdi.) Şehitlik kahvramı.
  • Dinler dünyayı hergün daha yaşanmaz hale getiriyor.
    – Doğa olaylarının görünmez güçlere ithaf edilmesi.
    – Doğal afetler Allah’ın cezalandırması mı?
    – Güvenilir belde.
    – Doğa olaylarının arkasında Allah bulunmuyor mu?
    – Kur’an-ı bilimsel bulgulara göre güncellemek acizlik değil mi?
    Bir şeye anlam veremiyor olmak, tanrının kanıtı değildir. Anlayış eksikliğinin kanıtıdır.” Lawrence Krauss (Tam tersi içinde geçerli.)
  • Tanrının varlığına dair kanıt yok. (Çok bakmak az görmek.)
    – Bilim insanlarının Allah’a ihtiyaç duyulmadan bir evren olabilir kanıtı yalanı.
    – Tanrı evreni kendi yokluğunu kanıtlayacak şekilde yaratmış olabilir mi?
    – Tanrının yokluğunu keşfedek olayları keşfedenler cezalandırılacak mı?
    – Kur’an-ı Masal kitaplarından ayırt eden özellikler.
    — Balkabağına dönüşen kitapları kimse kutsal ilan etmiyor.
    — Ejderhalar, devler, kurt adamların, vampirlerin…
  • Günümüzde üretilen fantastik kurgu ürünleri üretiliyor.
    – Fantastik kurgular insan ihtiyacı mı?
    – Gandalf karakterinin yaratıcısı, mükemmel bir hikaye.
    – Günümüzde bunlara mitoloji diyoruz.
    – İslam mitoloji mi?
  • İnananlar cehaleti erdem sayıyor.
    – Tanrıya inanan insanların din haricinde hiçbir konuya ilgileri yok.
    – İnsanlar ne kadar bilgisiz ise Allah’a bağlılıkları da o kadar artıyor.
    – Araştıran ve sorgulayan insanların tanrı inancı neredeyse sıfır.
    – Bir insan bilgisizliği ölçüsünde inançlıdır, çünkü inanmanın doğası andırılmış olmayı gerektirir. (O halde bunca bilinmezliğe rağmen inançsızlık da bir inançtır ve kandırılmaktadır.)
    – Bakış açısı yazısı ve Tanrıya neden inanamıyorum yazısı arasındaki farklılıklar.
  • Çocuklara küçük yaştan itibaren inandırma seansları yapılıyor.
  • Şükretme kültürü körükleniyor.
    -Din, fakirler zenginleri öldürmesin diye vardır.
  • Kimse aslında dinlere inanmıyor.
    – Öleceği için sevinen dindar.
    – En iyi arkadaşı ölüm döşeğinde olan bir dindarın şenlikler yapması.
    – Sevdiği birini şehit eden düşmana teşekkür eden bir dindar.
    – İnsanların mantıkları öldükten sonra yaşamı benimsemiyor. ( o zaman bu yazıyı yazma gayreti ne için? )
  • İnanma zorunluluğu
  • Semavi dinlerin hepsinin aynı coğrafyadan çıkmış olması.
    – Neden başka bölgelerin peygamberleri yok.
    – Neden Avustralya’nın kitabı yok?
  • Dindarlar bu çılgınlığın farkında değiller.
    – Dindarla aynı ortamda bulunmak ve çalışmak bir risk.
    – Kendince hayata faydalı olmak.
  • İnançlı ülkelerin geri kalmışlığı ve siyaset faktörü.
  • Tüm bu ipuçları ışığında yaşayabileceğim tek hayat, bir yalan üzerine harcanmamalı
    – Hayat kombinasyon faktörü.
    – Tanrı yoksa biz bir şey kaybetmeyiz ama siz yanacaksınız.
    – İnanmadığım cennete inandığım tanrıyı kandırarak girmeye mi çalışayım?
    – Bir çelişki daha mı? Evet, paradoks.

  • Ateistler boşluk içinde hisseder mi?
    – Aşk boşluğu
    – Yeri doldurulabilir boşluk.
  • Bilimsel gerçekler.
  • Yazının başlığı
    (Bir ateistin Tanrı Günlüğü)
  • Teşekkür bölümü ve motive isteği.

1.Bölüm: Sorgulama ve Karar Verme
Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

Sorgulama
1.Bölüm – 1.Kısım

En zor olanı da budur! İnanmak istediğiniz şey Tanrı olsun yada olmasın, eğer inanmak istemiyorsanız inanmazsınız, ve eğer içinizde şüphe varsa ve siz o şüpheleri gidermiyorsanız, işte o zaman inanamazsınız. Öncelikle ensenizde oturan ikincil benliği oradan kaldırın ve iç sesinizi kısıp, mantığınızın, bilimsel kişiliğinizin, objektif olan kendinizin sesini açın…

Çünkü buna hiç ihtiyacınız olmadığı kadar ihtiyacınız var. Sorgulama aşaması aşılması en güç setlerden biridir. Bildikleriniz bilmediklerinize, inandıklarınız inanmadıklarınıza, inanmadıklarınız inandıklarınıza, kandırıldıklarınız kandırılmadıklarınıza, amaçsızlığınızdan amacınıza dönüşebilir.

Bu aşamada yapacağınız tüm sorgulamalar sizi gerçeğe götürecek ve nihayetinde karar vereceksiniz. Az öncede belirtildiği gibi bu aşama, “sonsuz hayat” için büyük önem taşır. Çünkü doğru sorgulamazsanız doğru cevapları bulma ihtimaliniz daha da azalacaktır ve verdiğiniz kararlar da hatalı olacaktır. Burada verdiğiniz kararlar sizi “sonsuz hayatta” doğrudan olumlu veya olumsuz etkileyecektir.

Karar Verme
1.Bölüm – 2.Kısım

Karar verme mekanizması bilgi birikimimizle doğrudan orantılıdır. Ne kadar çok biliyorsak, herhangi bir konu hakkında verdiğimiz kararların yönü buna bağlı olarak değişecektir. Kendi hayatlarımızdan örnek vermek gerekirse bilgisine sahip olmadığımız bir tadilat işi bizi uğraştırıp o işin doğru yapma ihtimalini azaltıp zaman israfına sokacakken, bilgisine sahip olduğumuz bir işi hızlı ve “yanlış” yapma riski olmadan tamamlamamıza olanak sağlayacaktır. Veya edinmiş olduğumuz bilgiler neticesinde 1 ay önceki benliğimizin verdiği kararları 1 ay sonra gülünç bile bulabiliyoruz. Sağlıklı bir karar verme mekanizması bilgi seviyemizle ilişkili olduğundan, hakkında eksik bilgileriniz olan konuları sadece 1 kaynağa kayıtlı kalmamak şartıyla araştırıp, yazıya kaldığınız yerden devam etmeniz çok önemlidir.

Ayrıca bilgi birikimimiz sadece karar verme mekanizmamızla ilgili değildir, seçtiğimiz seçenekleri ve onların sonuçlarını, hedeflerimizi ve yapacaklarımızı, yaptıklarımız karakterimizi, karakterimiz ise “zaman sermayemizi” kontrol eder. Çünkü “bilmek ve zaman” meselesi, kişinin dünyadaki yaşamını şekillendirir. Çok ve doğru bilenler ona göre bir hayat sürerken, az ve yanlış bilenler ona göre bir hayat sürerler.

Soru & Yorum & Cevap

Uzay, yazısında;
.:Müslüman bir ailede doğduğunu, Kur’an kursuna gönderildiğini, Allah’a sığındığını ve dua ettiğini… Bilimsel bir kişiliği olduğundan dolayı, Allah’a herkes gibi değil de daha bilimsel argümanlarla inanmak için araştırmalar yaptığını, sonunda Kur’an-ı Türkçe meallerinden okuyarak aslında bir Yaratıcının kitabı değil de “mitolojik öğe” yani insanlar tarafından uydurulmuş destansı hikayelerden ibaret:.
olduğunu söylüyor.


Tarafsız bir yazı yazıyorsanız henüz yazının ilk paragrafında “mitolojik, sıradan” gibi yaftalamalarda bulunmazsınız. Uzay, konuyu bu noktadan itibaren kendi deneyimleriyle ve bakış açısıyla sınırlamış. Kendi hayatında edinmiş olduğu tecrübelerden yola çıkarak edinmiş olduğu bilgilerle, sahip olmadığı çok daha büyük bir bilinmezliği açığa kavuşturduğunu düşünüyor. Bu bakış açısıyla sağlıklı bir sonuca ulaşmak imkansızdan öte verdiğiniz kararların zincirleme hatalı olmasına neden olacaktır. Gerçekliği herkesçe sorgulanan herhangi bir olay, şahsi tecrübelerden yola çıkarak cevaplanamaz. Bu yanlış seçimler yapan birinin doğru sonucu beklemesi beklentisinde olması kadar saçmadır.

  • Eğer bir şeye inanıyorsanız ve o inandığınız şeyin arkasında mevcut bilgilerinizin dışında bilmediğiniz yönler varsa zihniniz bu karışıklığı çözmek yerine ya vazgeçer yada en başından inşa etmek ister. Konu ne kadar derinse bu seçim terazisi “vazgeçme” kefesine daha ağır baskı uygular.

    Örneğin, yeni aldığınız arabayla küçük bir kaza yaptınız, arabayı sevmeye ve kullanmaya devam edersiniz, ancak zaman geçip, hasarlar çoğaldığında önce arabayı sevmekten vazgeçersiniz, daha sonra arabanın kendisinden. Ancak araba üreticisi arabanın işlevini hâlâ yerine getirdiğinden dolayı ürününden vazgeçmez. Kullanıcıların hatası olduğu aşikar ortadır. Ayrıca araba somut olduğundan yeri doldurulabilir ve bu nedenle vazgeçiş süreci daha hızlıdır. Bu vazgeçiş, durumu soyut olan vakalarda iki kat daha hızlıdır. O nedenle maneviyatımıza ilişkin olan durumlarda bile “nesneleştirmeyi” benimseriz/isteriz. Buna en kolay örnek ise “Aşktır”. Aşk duygumuz, karşısında nesnel bir varlık varsa ve o nesnelin güzelliği ne kadar çoksa, benliğimizdeki gücünü o kadar arttırır.
  • Dine olan bakış açımızda somut/soyut durumlardan dolayı doğrudan ve her an etki altındadır. Karşılaştığımız durumlar ne olursa olsun kontrol edemediğimiz taraflarını “bilinmeyene” atfederiz ve bu bilinmeyen kısım “inanç” mekanizmasını çalıştırır. Bu nedenle “inanç” başkalarının şahsi tecrübelerinden yola çıkılarak çalıştırılabilecek bir mekanizma değildir. Kişinin benliği doğrudan deneyimlemelidir. Uzay’ın yada x kişinin şahsi tecrübelerini baz almak, “Sorgulama” aşamasında da belirtildiği gibi “sonsuz hayatı” etkileyeceğinden, kişinin kendisi için büyük bir dezavantajdır. Din, siz onu nasıl ve ne amaçla kullanırsanız size o kadar karşılık verir. Din, hayatı yaşamak için bir kılavuzdur, yaratılışın ince ayrıntıları ise ayrı bir bakış açısından incelenmelidir. Bunları incelemek, çeşitli bilim dallarının alanlarıdır. Eğer dini Uzay gibi zihninizdeki kılıfa sokmaya çalışırsanız elbette edineceğiniz neticeler yanlış, hatalı, mantık dışı ve gülünecek verilerden oluşur.

    Örneğin, yeni bir araba aldığınızda torpido gözünden arabanın kullanma kılavuzu çıkar. Bu kılavuz içerisinde arabanızın özelliklerine dair bilgiler yer alır ve bu özellikleri nasıl kullanacağınızı öğrenirsiniz. Işıklarının nasıl açıldığı, kapandığı gibi bilgiler mevcuttur. Ancak ampullerin ne kadar foton ürettiği, jantlarda kaç santimetre somon kullanıldığı söylenmez. Ve bu kılavuzda arabanızı uçuruma sürmemeniz, 100 KM/hızla giderken duvarlara çarpamamanız gerektiği bilgiler de yazmaz, çünkü bu tarz bilgileri zaten bildiğiniz veya öğreneceğiniz varsayılır. Buna rağmen arabanızı uçuruma sürüyorsanız, araba üreticisini, kılavuzu, size ehliyet veren kurumu yok sayamayacağınız gibi onları suçlayamazsınız da çünkü bu doğrudan sizin seçimlerinizdir. Ve ayrıca bu bilgiler verilseydi bile yine sizin seçimlerinizden doğan sonuçlarla karşılaşırdınız. Ve yine ayrıca bu bilgiler bir kılavuz olarak verilseydi arabanın kendisi kadar bir kitapla karşılaşırdık, bu bilgileri edinene kadar yaşlanır, ölür, arabayı kullanmaya vaktimiz olmazdı. Zaten kimse de özellikle Türkiye’de, bu kadar yazıyı okumazdı. 🙂 Bunun yerine Uzay gibi kılavuzu yok sayar, arabayı kendi bildiği gibi kullanırdı ve oluşan kazalardan, yaşanan kötü durumlardan dolayı “rastgeleliğe-kendiliğinden olduya” inanır, adaleti kaybederken bununla övünür ve diğer insanları da böyle yaşamaya davet ederdi. Kısacası herkesin sandığının aksine, konu arabada değil, kılavuz da değil, sizde. Kılavuzu veya arabayı yok saymak, onların yokluğunu kanıtlamayacağı gibi ondan herhangi bir şey de eksiltmez, siz sadece hakkında kesin bilginiz olmayan bir olguyu yok saymış olursunuz.

Bu örneğe şöyle de yaklaşabiliriz. Araba = İnsan. Kılavuz = Kur’an. Eğer ortada insan diye bir varlık olmasaydı, Kur’an-ı yok sayabilirdik. İnsanın olmaması Kur’an’dan herhangi bir şeyi eksiltmezdi. Ama Kur’an’ın olmaması, insandan birçok şeyi eksiltebilir. Adalet, sevgi, yardımlaşma ve daha nicesi. Çünkü baz alabileceğiniz bir kılavuz mevcut değil. İstediğiniz gibi yaşayabilir ve yaşarken diğer insanlara verdiğiniz zararlar hiç önemli olmazdı. Çünkü bunun mahkemesini yapacak herhangi bir kılavuzunuz olmazdı.


2.Bölüm: Tanrıya inanamıyorum…
Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

İnanç felsefesini çok kısa olsa da birazdan yapacağız ancak öncelikle Müslümanlık ve İslamiyet inancının özündeki ve Uzay’ın da maalesef düştüğü temel yanılgıdan/algıdan bahsedelim.

Türkiye’de doğan hemen hemen herkes ailesinden öğrendiği din bilgisiyle hayatını idame ettirir. Aslında bu dünyada böyledir. Hıristiyan bir ailenin çocukları genelde Hıristiyan, Müslüman bir ailenin çocukları Müslüman olurlar.

Din ile ilgili edinilmiş olan bu aileden gördükçe Müslümanlık, Taklidi İman diye isimlendirilir ve tanımını da hemen hemen bütün İslami kaynaklarda bulabilirsiniz. Ancak bu İslamiyet’e göre doğru değildir.

Kısaca, İslamiyet bize,
“Her kim Allah’a inanıyorsa, delilini getirsin,
her kim de Allah’a inanmıyorsa, o da delilini getirsin.”
diyor.

Yani bizden inancımızı yada inançsızlığımızı kanıtlamamızı istiyor. Ve bu aşamada şöyle bir ayrımı kesinlikle yapmamız gerekiyor. İnanca dair tüm “kesin” inanışlar tamamen Kur’an-ı baz alarak yapılmalıdır. Falanca din aliminin, falanca İslami sitenin, falanca hadisin söylemesi onun doğru olduğu anlamına gelmez. Zaten bunları baz alırsak, yandı gülüm keten helva diyebiliriz. İşte Uzay, burada yanılıyor ve yanlış yapıyor, yazısının (yazının devamında değineceğiz) çoğu yerinde İslam adına falanca kişinin söylediğini de Kur-an’a atfediyor, falanca hadis kitabındaki hadisi de Allah söylemiş gibi lanse ediyor. Yanlışın yapıldığı yerde tam olarak burası zaten.


İnanmak
İnandık demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar? ( Ankebût – 29:2 )

Yarın olacağından emin değilsinizdir ama yarın olacağına inanırsınız!
İşte inanmak böyledir. Hakkında kesin bilginiz olmadığı halde, işaretlerinden veya sonucun öncesindeki nedenlerinden sonucun gerçekleşeceğini bilirsiniz. Ancak bu durum henüz gerçekleşmediğinden dolayı bu bilgiye “inanmış” olursunuz ve buna da “inanç” denir.

Buna inanan birine deli demek yersiz olacağı gibi tersini iddia eden kişinin deli olduğu da su götürmez bir gerçektir. Uzay’ın yaptığı hata, henüz gerçekliğinden emin olmadığı bir şeyi yok saymakla hata olmuş oluyor. “Çünkü henüz yarın olmadı sadece yarına dair işaretleri tecrübelerimize de dayanarak biliyoruz.”

Ayrıca, İslamiyet’teki inanç yukarıda olduğu gibi sadece inanmakla kapatılan, biten bir konu değildir. Onu ayrıca delillendirmeniz gerekir. Yani inancınızı kanıtlamanız gerekir. İşte tam olarak burada, Allah, etrafımıza bakmamızı, etrafımızdaki her şeyin nasıl var olduğunu incelememizi ister.

Kesin inanmak isteyenler için yeryüzünde birçok deliller vardır. Bizzat kendi varlıklarınızda da böyle deliller vardır. Hâlâ görmeyecek misiniz?
( Zâriyat Suresi – 50:20-22 )

Kısaca inanç, delillendirildiği zaman vukû bulur. Eğer bu şekilde inanmıyorsak, Hindistan’daki herhangi bir heykele inanmakla aynı şeyi yapmış oluruz.


Bilmek
Allah’a inanmak yetmez, bilmek gerekir.

İnancın, İslami açıdan neye karşılık geldiğini öğrendiğimize göre şimdi sadece “inanmanın” neden yetersiz olduğuna da bir değinelim.

Allah, Kur-an-ı Kerim’in Zâriyat Suresi 56’ıncı ayetinde insanları niçin yarattığından bahseder. Bu ayet inanan veya inanmayan kişilerin neden inandığına veya inanmadığına dair delillendirme açısından önemli bir ayettir.

Ben cinleri ve insanları, sırf beni tanıyıp, yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım.
( Zâriyat Suresi – 51:56 )

Bu ayette ele alacağımız kelime “tanıyıp” kelimesidir. Bu kelimenin maksadı, tanımlamak, açmak, ince detayına inmek ve bu neticelerden sonra bilmektir.

  • Örneğin, birini seviyorsunuz ancak onu hiç tanımıyorsunuz. Hani şu platonik sevme meselesi gibi. Sevdiğiniz bu kişiyi henüz tanımadığınız için onunla ilgili düşünceleriniz tahminden ve olasılıklardan ileriye gidemeyecektir. Tabiri caizse hayal ürünü olacaktır. Sevdiğiniz bu kişiyi tanıdıkça, onu ve çevresindeki olan biteni gözlemledikçe, onunla ilgili yeni bilgiler edinmiş olursunuz ve fikirleriniz, düşünceleriniz bu yeni bilgiler doğrultusunda şekillenmeye devam eder. Hatta ona karşı olan davranışlarınız onun hakkında ne kadar bilgi edindiyseniz olumlu veya olumsuz yönde değişir.

Zâriyat Suresindeki bu “tanımaktan” kasıt yapacağınız ibadetlerin ihtivasını doğrudan etkileyeceğinden zorunlu koşulan bir şarttır. Yani, Allah’ı ve kainat yasalarını bilmeden, sadece inanarak ibadet etme, inanma gibi bir lüksümüz bulunmuyor. Allah’ı tüm detaylarıyla bilmemiz gerekiyor ki, yaptığımız ibadetlerin zemini veya inanışımızın zemini sağlam olsun.


İnanamıyorum Açılımı

Yukarıdaki bilgilerin bize öğrettiği inanç dışında, zaten inanmak herhangi bir anlam ifade etmez. Uzay, her ne kadar Kur’an-ı okuduğunu iddia etse de, okumadığı aşikar ortada, çünkü bunu okusaydı, “inanamıyorum” kelimesi yerine, doğrudan “inanmıyorum” derdi. Ayrıca “inanamıyorum” kelimesi doğrudan koşullu, dış etkenlere bağlı olarak dayatılan manasında kullanılır. Güya Uzay, burada Kur’an’da yer alan bilgilerin onu inançsızlığa ittiğini kast ediyor. Zaten okuyucularından aldığı buradaki mantık hatasını da yazısının sonunda belirtmiş ve sözüm ona açıklama getirmiş… Evet, Kur’an’ın içi böyle örneklerle doludur, hatta Şeytan dediğimiz cinnî varlık da Allah’a böyle bir isnatta (senden dolayı) bulunmaktadır. Yani bunu ilk yapan Uzay değil, son yapanda olmayacaktır.

İblis dedi ki: “Ya Rabbî! Beni azdırmana karşılık, yemin ederim ki ben de dünyada onlara günahları süsleyeceğim ve senin ihlasa erdirdiğin kulların müstesna, onların hepsini azdıracağım”.
( Hicr Suresi – 15:39-40 )

İblisin, “beni azdırmana karşılık” kelimesi, onun yoldan çıkmasına ve kaybedenlerden olmasına neden olanın Allah olduğu yönündedir. “İnanamıyorum açılımı” da aynen burada İblisin yaptığı gibidir. İblis, Allah yüzünden isyankar oldum derken, Uzay, Kur’an yüzünden “inanamıyorum” diyor. Bu ayeti örnek vermemdeki amaç ise, Uzay’ın veya X kişilerin sorduğu soruların, yaşadığı olayların kendileri ve cevapları zaten Kur’an’da Allah tarafından çekinilmeden anlatılıyor/örnek veriliyor. Kısacası, Uzay’ın ilk defa keşfetmiş gibi bahsettiği “inanamıyorum” argümanına karşılık gelebilecek bu durum daha önceden de zuhur etmiş ve insanların bu durumu sorgulaması için bizzat Allah’ın kendisi anlatıyor.

Muhakkak ki Allah bir sivri sineği, hatta daha üstününü misal getirmekten çekinmez. İman edenler bilirler ki, o şüphesiz haktır, Rabb’lerindendir. Ama küfre saplananlar: “Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?” derler. Allah onunla birçoklarını şaşırtır, yine onunla birçoklarını yola getirir. Onunla ancak o fasıkları şaşırtır.
( Bakara Suresi – 2:26 )

Yine “inanamıyorum açılımı” olarak yukarıdaki ayeti de okuyabiliriz. Uzay’ın, “Din, tanrı, ölüm sonrası yaşam, kutsallık, ruh ve ibadet konularının tamamı bana mantıksız görünüyor.” demesiyle, bu konular mantıksızlığa kavuşmayacağı gibi, zaten inanan insanlar için bunların bir anlam ifade ettiği söyleniyor.

Yani, önce temel mesela olan “inanç” ile ilgili problemlerinizi çözmeniz gerekiyor ki, bahsettiğiniz konuların açıklamaları bir anlam ifade etsin. Bir bina inşa ediyorsanız önce temelini oluşturursunuz, sonra üst katları inşa edersiniz. Uzay’ın burada yaptığı, temeli inşa etmeden üst katları inşa etmek. Kendini ve okuyucularını yanlış yönlendirdiği bir nokta da budur. Ayrıca yaptığı saçma sapan felsefelerin de ardı-arkası kesilmiyor yazı boyunca. Hepsine sırasıyla değineceğiz.


İnanıyorum Açılımı

Allah’a, bir yaratıcıya inanan insanlar, sadece Kur-an’ı Kerim’den dolayı değil, doğa olayları, fizik yasaları, felsefe, bilim ve birçok yönden ulaşılan sonuçların neticesinde, bu sonuçların olabilmesi için bir yaratıcının olması gerektiği için inanırlar. Elbette bu olması gereken “inançtır”. Bu şekilde inanmayan binlerce-milyonlarca insan bulabiliriz. Bu durum sadece İslamiyet’te değil, Hıristiyanlık, Yahudilik ve diğer inanışlarda da mevcuttur.

Eğer, “İnsanın tek gözü vardır” diyen bir yaratıcı varsa ve bunu da kitabında bu şekilde belirttiyse ve bu bilimsel, mantıki, kısacası herhangi bir ölçüyle baktığınızda zıddını tespit ve ispat edebiliyorsanız, o bir yaratıcıdan çok sıradan bilgi kaynağıdır. Böyle bir bilgi kaynağına inanmak imkansızdır.

Diğer inanış kitaplarının aksine, inananlarını bilime, felsefeye, astronomiye yönlendiren ve bakmasını şiddetle tavsiye eden tek kitap Kur’an-ı Kerim’dir.


3.Bölüm: Ateist Düşünce Eğilimi
Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

Uzay, yazısında;
.:Ateist düşünce, bir anda sahip olabileceğiniz bir fikir değil, okudukça, araştırdıkça, düşündükçe, ulaşmak zorunda kaldınız bir sonuç:.
olduğunu söylüyor.

Uzay’ın yaptığı bir diğer çarpıtma ve saptırma, kelimelerin anlamlarını gizlice isteği doğrultusunda yeniden anlamlandırmaya çalışması ve maalesef bunu öyle güzel yapıyor ki, bilgisiz, araştırma yapmayan insanlar yazısını okuduğunda “evet ya, doğru söylüyor” diyebiliyor. Araştırma ve sorgulama testlerinden geçmeyen insanların fikirlerine işliyor. Bu nedenle cümlesinde ateist düşüncenin bir zorundalık olduğundan despotça bahsedebiliyor. Oysa bu bir zorunluluk değil, eğilimdir.

Evet,
Ateist düşünce, düşündükçe ZORUNDA kaldığımız bir sonuç değil, EĞİLİMDİR.
Neden zorunluluk olsun?


Ateist, Ateizm
İnançsızlık da inanç eğilimidir.

Ateistler, bir yaratıcının olmadığını kabul ederler. İslamiyet’in yada herhangi bir dinin Tanrı’sıyla da dinleriyle de işleri yoktur. Onlara göre herhangi bir yaratıcı yoktur. Hatta kendilerine “ateist” diyenler ama herhangi bir Kutsal Kitaba inanmayan ama bir Yaratıcının varlığına inananlar da vardır. Onlar aslında “deist”tirler ama kendilerine ateist denmelerinden hoşlanırlar yada ikisi arasındaki ayrımı bilmezler.

Haliyle, Uzay’ın yazısında bazen ateist, bazen deist, bazen agnostikçe düşündüğünü açıkça görebilirsiniz, çünkü uzun uzadıya olmayan bir şeyi ispat etmek için çabalıyor. Bunu yaparken bazen kendisini de çelişkiye sokacak argümanları kullanırken, aynı argümanı başka bir yerde kendini desteklemek için kullanıyor. Olmayan bir şeyin ispatı nasıl söz konusu olabilir? Eğer bir şey yoksa, ispatı da yoktur. Felsefi ve mantıkî açıdan bu imkansızdır. Bunu, bir yaratıcının varlığına kanıt olması söylemini barındırmadığını, sadece gidilen yolun, tercih edilen yöntemin yanlış olduğunu belirtmek için yazıyorum. Yol ve yöntem yanlış olunca, yanlış yerlere gidiyorsunuz.

  • Örneğin, bir masa ve onun üzerinde duran bir fincan düşünelim. Fincanın masanın üzerinde olmadığı durum, fincanın yokluğuna işaret etmez, fincanın orada olmadığını gösterir. Yani öncelikle fincanın varlığı kabul eder, sonra orada olmadığını onaylarız. Kısacası bir şeyin yokluğu için önce varlığı olması gerekir. “Hiçlik” anlamında söyleniyorsa eğer bu, o zaman da “varlığın kendisine” dair, “Neden hiçbir şey yerine bir şeyler var?” sorusunu soruyoruz kendimize. Ancak bu felsefi bir yaklaşım ve sayfalarca izahat gerektirdiğinden, burada değinmeyeceğiz ama mutlaka araştırılıp, öğrenilmesi gerekmektedir.
  • Örneğin, yaşayan bir insan düşünelim. Bu insan yaşarken onun kolunu çimdikleyelim, çimdiklediğimiz insan duyduğu acıdan dolayı ahlayıp/vahlayacaktır. Ancak “acının varlığını”, o kişinin ahlayıp/vahlaması kanıtlamaz/kanıtlayamaz. Kısacası, “acı” hiçbir şekilde materyalist anlamda kanıtlanabilir değildir. Şimdi ise yaşamayan bir insan düşünelim ve onunda kolunu çimdikleyelim, çimdiklediğimiz insan acı duymadığından dolayı ahlayıp/vahlamayacaktır. Her iki durumda da bu “duyulan acı”nın yokluğunu ispat edemeyiz. Bu tıpkı ruh gibidir, göremeyiz, dokunamayız ancak hissederiz. Bu örneğe itiraz olarak, kişinin artık acı hissetmesi için gerekli donanımlarının çalışmadığından bahsedilir ancak, siz örneği hâlâ yaşayan ama yatağa bağımlı hastalar üzerinde gözlemlenen “hayali ağrı/hayalet ağrı” olgusuyla hayalen test edebilirsiniz.

Üstelik bu sadece maddesel şeylerle ilgili de değildir. Bazen duyduğumuz bir söz bile canımızı çok yakabilir. Bu durumda acıyı nasıl inkâr edebiliriz? Henüz, acının varlığını bizim bildiğimiz anlamda göremediğimize kanaat getiririz. İşte yokluk ispatı bunun gibidir, yapılmaya çalışıldığında saçmalıklarla karşılaşırsınız. (Bu örnekte “kimyasal reaksiyonlar” hesaplanmamıştır. Sadece canlandırmak için belirtilmiştir.)


Haydi onların bakış açısına göre BigBang’i ele alalım!

Bugün bilimsel açıdan su götürmez bir gerçekliktir “büyük patlama” ancak bunu kimse görmemiş, şahitlik etmemiştir. Kanıtlanması istense, kimse böyle büyük bir olayı tekerrür ettiremeyeceğinden dolayı gözleme dayalı bir ispat söz konusu olamaz. Ancak ispatı imkânsız değildir, daha küçük versiyonunu canlandırabilirler ve bunun için çalışmalar mevcuttur.

Peki, BigBang’i ispatlayamadığımız halde nasıl inanıyoruz?

BigBang’in olduğuna inanıyoruz, çünkü onun emarelerini görüyoruz. “İnanıyorum Açılımı” & “Bilmek” bölümünde kastettiğimiz durum tam olarak buydu. BigBang’i ispatlayabiliyoruz, çünkü hâlâ “büyük patlamanın” ilk zamanlarından kalan Gama Radyasyonlarını bile görebiliyoruz. BigBang’in kendisini göremesek, yaşamasak bile etkilerinden dolayı böyle bir olayın gerçekleştiği kanaatine varabiliyoruz.

Ve ayrıca çoğu kişi tarafından BigBang, Evrim gibi durumlar, bir Yaratıcının yokluğunu ispat ettiği yönünde de yanlış anlaşılıyor. Bizâtihi, bu durumların arkasındaki kuvvet, güç bilinmediğinden dolayı olayların asıl sırları hâlâ çözülmüş değildir Uzay her ne kadar kanıtlandı dese de. (Bkz: Büyük Patlama Güncel Durum)

Evet, bir patlama söz konusu ancak, “Bu patlama neden dolayı gerçekleşti, buna bir müdahale söz konusu mu?” hâlâ bilimin cevap aradığı konulardır.

İşte, BigBang’in delillendirildiği gibi, Yaratıcının varlığını da süregelen olayları incelediğimizde kanıtlayabiliyoruz ve buna göre inanıyoruz. Öylesine ince ayarlar var ki kainatımızda “bilinçsizce olmasına imkan” bulunmuyor. Üstelik bu sözler benim değil, bilim camiasındaki insanların sözleri.

Eğer yolunuz bu yazıya düştüyse, muhtemelen araştırmalar yapıyorsunuzdur ve muhtemelen bu ayetleri görmüşsünüzdür ancak ben yine de görmeyenler için eklemek istiyorum.

Hakkı, inkâr edenler görüp bilmediler mi ki göklerle yer bitişik (bir bütün) idi, onları Biz ayırdık, hayatı olan her şeyi sudan yaptık. Hâlâ inanmayacaklar mı?
( Enbiya Suresi – 21:30 )

Ateistlik veya ateizm, kanıtlayamadıkları, ispatlayamadıkları temeller üzerine oturtulmuş bir düşünce biçimidir. BigBang, Evrim gibi öne atılan düşünceler bir yaratıcıyı inkâr etmek, yokluğunu ispat edebilmek için yeterli donelere sahip değildirler. Hatta aksine, Kur’an-ı Kerim’i destekleyici yönleri de mevcuttur.

Yukarıda paylaştığımız tekbir ayet, BigBang ve Evrim’e dair ışık tutmakta. “Hayatı olan her şeyi sudan yaptık.” cümlesi, sadece insanları değil, yaşayan herhangi bir canlının varlığının asıl kaynağının su olduğunu anlamak için ciltlerce kitap okumaya gerek yok. .::Ki, Hz. Muhammed bunu o devirde söylemekle ne kazanmıştır ki?::. Tıpkı “Yerler ve gökler bitişikti, onları biz ayırdık.” demesindeki gibi. Oysa bilim bu iki delili, bu sözlerin söylenmesinden çok sonra, çok farklı kıtalarda, çok farklı insanlar sayesinde tespit etti.


İnanç, İnanmak
İslamiyet’e göre inanmayanlar.

Dinde zorlama yoktur ayetini muhtemelen duymuşsunuzdur. Ancak yine muhtemelen sadece bu kadarını biliyorsunuz. Ayetin tam metni aşağıdaki gibidir.

Dinde zorlama yoktur. Doğru yol, sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o, kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır. Allah her şeyi işitir, bilir.
( Bakara Suresi – 2:256 )

Bu ayette belirtilen “tağutu” kelimesi, putları kast etmektedir. Putların ne olduğunu da az-çok biliyorsunuz ancak yine de belirleyici olması açısından kısaca açıklayalım.

“Tağut” kelimesi, su taşkını anlamına gelen “Tağa” kelimesinden türetilmiştir. Kur’an bu kelimeyi “Allah’tan başka tapınılan şeyler.” anlamında taşkınlık yapanlar için kullanır. Kur’an yasaları geldiği zaman “müşrik” diye belirtilen kişiler, çeşitli putlara tapınıyorlardı. Bu putlardan bazılarının isimleri Kur’an’da “Ba’l (Baal), Lat, Uzza ve Menat olarak geçer. Bu putların çoğu taştan olurdu ancak diğer materyallerden de yapılan putlar vardı. Bu putlara tapınanlar da Allah’ı inkar etmezler, sadece Allah’ın yanında ayrıca ilah olarak kabul ederlerdi. Allah’a yakınlaştırıcı nesne gözüyle bakarlardı.

İşte bu durumdan dolayı Allah bu putlara tapınmayı yasaklamış, sadece kendisine ibadet edilmesini emretmiştir. Bu ibadetlerin temel mottosu ise “Tapınılacak, bula bula bu taş, tahta parçalarını mı buldunuz?” şeklindedir. Zaten cezaların en şiddetlisi de bu kimselere verileceği yönündedir.

Ateistin kısaca tanımı ise, “tanrıtanımaz” demektir. Gördüğünüz gibi, “tanımak” kelimesi burada da karşımıza çıktı. Teknik olarak İslamiyet’i araştırmayan, sorgulamayan kimseler İslamiyet’e göre zaten ateisttir. Ancak İslamiyet’i araştırıp, tüm olgularını kabul edenlere “Müslüman” denilebilir.

Kısacası, Kur’an’da yada İslamiyet’in bahsettiği, fasık, münafık, müşrik tanımlamalarının doğrudan hitabı günümüzdeki ateistleri içine almaz. Ateistleri kapsayan doğrudan ifade ise “kafir” kelimesidir. “Ateistler” ise Kur’an’ın sadece bu bölümlerini baz alarak argüman geliştirmeli/sunmalıdırlar.

“Dinde zorlama yoktur!” ifadesi doğrudan ateistler için kullanılabilir. Ancak araya bazı nesneleri koyup, sonra onunla Allah’a ulaşmak, iletişim aracı olarak görmek İslamiyet’in temeline zıt olduğu için yasaklanmış ve uğurunda savaşılmıştır. Bugün de fikirsel olarak yaptığımız dini anlamda tartışmaların tümü, ateistler ile değil de, fasık, münafık, müşriklerledir. Allah’ı doğrudan inkar eden ateistlerle İslamiyet’in hiçbir derdi yoktur.

Ancak yine de tüm inanmayanlara ve yanlış inananlara aşağıdaki ayeti göndermiştir.

De ki: “Göklerde ve yerde neler ve neler var, bir baksanıza!” Fakat bunca işaretler ve uyarılar iman etmeyecek kimselere ne fayda verir ki?
( Yunus Suresi – 10:109 )

Yukarıdaki ayetten yola çıkarak şunu net bir şekilde söyleyebiliriz, “İsteyen inanır, istenmeyen inanmaz.” ancak hakkında kesin bilginiz olmadığı halde insanları yoldan çıkaracak, saptıracak işler yapmayın. Etrafınızda bunca bilinmezlik duruyorken Allah’ın yokluğunu ispat etmeye çalışmak çorak bir arazide çapa yapmak gibidir. Henüz Van Allen Kuşağı‘ndan dışarı bile çıkamıyorken, yanlışlanabilir bilgilerin ışığında bu kainat gibi çok devasa bir yeri “Ben yarattım.” diyen birine kafa tutmak veyahut onun olmadığını iddia etmek sağlıksız bir aklın sağlıksız bir düşüncesidir.

İsteseniz de, istemeseniz de ateist olamazsınız. Olsanız olsanız ateistçik olursunuz. Gelin birlikte bakalım “Ateist olunamaz!” bölümünde nedenlerine.


Ateist olunamaz!
Bu şartlar altında bunca bilinmezliği bilmedikçe, ateist olunamaz…🙂

Allah’a inanmayanlar, gerekli donelere ve materyallere sahip olduğunu düşünürler ancak maalesef durum bu kadar basit ve kolay değildir. İnkar etmek içinse genellikle “bilimi” kullanırlar. Ancak bilim, “Allah’ı İnkar Etme Kurumu” mantığı ile çalışmaz. Felsefeye göre, “bilgisizlik sonsuzdur” çünkü “bilginin ta kendisi sonsuzdur.” Haliyle sonsuz olan bir bakiyenin içinden bir şeyler öğrenmek kocaman bir bilinmeyene kıyasla bir hiçtir.

  • Örneğin, bilimin konuları işleyiş biçiminde, bir bilgi, birkaç kişi tarafından defalarca test ve tasdik edilmedikçe doğru sayılamaz. Ancak buna rağmen, o olguya dair edinilmiş olan bilgi, yeni edinilen bilgiler ışığında değiştirilebilir veya yanlışlanabilir. Tıpkı Edwin Hubble’ın “Evrenin genişlediğini ispatladıktan” sonra Albert Ainstein’ın edinmiş olduğu yeni bilgiler ışığında “Genel Görelelik” teorisini değiştirmek zorunda kaldığı gibi.

Burada bilimi kesinlikle dışlamıyor, ayrıştırmıyor, tam tersi, Kur’an-ı Kerim’in daha net anlaşılabilmesi için bilimin bütün dallarına ihtiyacımız olduğunu savunuyorum. Bugün bilimle taban-tabana zıt herhangi bir ayet bulunmuyor, eğer var ise, bilim bunu yarın değiştirdiğinde, bu teze güvenerek inkâr edilenin ne büyük bir kayıp olduğunu ayrıca vurgulamak istiyorum sadece.

Kur’an-ı Kerim’in aşağıdaki ayetinde bu genişlemeden bahsedildiği gibi. Ancak bu ayetleri, “Aaa, bak, Kur’an’da var zaten” diye göstermiyorum. Onlarla ilgili dikkat çekilmemiş bakış açıları için tekrarlıyorum.

Göğü Biz çok sağlam bir şekilde bina ettik, onu genişleten Biziz. Çünkü Biz geniş kudret ve hakimiyet sahibiyiz.
( Zâriyat Suresi – 51:47 )

Burada dikkatin çekilmesi gerekilen husus, kişinin bilgisizliğidir. Yukarıdaki ayette “hakimiyet sahibiyiz” ibaresi, aslında “yeri ve göğü genişletmenin” öyle sıradan bir bilgiyle yapılamayacağını, üstün bir zeka ve kudretin ürünü olabileceğini söylemekte. Hal böyle olunca, henüz kendi vücudumuza dair problemlerimize bile çözümler üretemiyorken, kalkıp, koskoca bir bilinmezliği, küllen, tümünden inkâr edemeyiz. İnkâr etmek öyle kolay bir iş değildir, zaten bu yüzden Allah “İnanan da deliliyle, inanmayan da deliliyle” diye, kişinin inanmayışına veya inanışına neden olan bilginin delilini getirmesini ister.


4.Bölüm: Kur’an-ı Kerim Sıradan mı?
Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

Yaratıcıya ait bir kitap sıradan olabilir mi? Buna cevap elbette hayır olmalıdır eğer bir Yaratıcıdan geliyorsa. Sadece Kur’an-ı Kerim değil, Allah’ın diğer kitapları da böyleydi değiştirilmeden önce. Uzay’ın bu kitapları okuduğunu düşünmüyorum. Hatta Uzay’ın sıradan, Kur’an-ı hiç okumamış ateistten daha az okuduğuna, okuduğunu da yanlış anladığına neredeyse eminim diyebilirim.

Yahudilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık ve hatta Zerdüştlük farklı “dinler” olarak kabul görür ancak bilinenin aksine bu öyle değildir. Allah’ın nezdinde tekbir din vardır o da “İslamiyet” dinidir. Kısacası, İslamiyet, Allah’ın insanlara gönderdiği ve benimsemesini istediği doğru yolun adıdır.

Musevilik, Hıristiyanlık, Müslümanlık tekbir dinin çatısında “İslamiyet” şemsiyesinin altındadır. İslamiyet; Birden fazla Tanrı’yı reddettiği gibi birden fazla dini de reddeder. İsimlerindeki bu farklılığın nedeni ise, dillerinden kaynaklanmaktadır. Museviler yani Yahudiler Allah’a, Elohim derlerken, Hıristiyanlar “Baba/Papa/Rabb” demektedir.

Bahsedilen bu kitapların konu karşılaştırmalarını yaparsanız mesajın aynı kanyağa sahip olduğunu görürsünüz. Yani ilk peygambere gelen mesaj ne ise, son peygambere gelen mesaj da aynıdır. Yani ortada dinler diye bir kavram yoktur, bir dava vardır ve davanın adı “İslamiyet’tir.”


Kur’an-ı Kerim’i kim yazdı?

Kur’an-ı Kerim’i birisi yazmış olsaydı, şüphesiz içinde çok saçma, yazan kişinin kendi menfaatlerine dair bilgiler olurdu. Kendinden başka alanlara, kaynaklara yönlendirme yapmazdı ve sadece kendine bağlı kalınmasını tavsiye ederdi.

Kur’an-ı Kerim’in en büyük özelliklerinden birisi de, bilime merak sardırması, insanları sorgulamaya ve araştırmaya yönlendirmesidir.

Kur’an-ı Kerim’in yönlendirdiği başlıca alanlar nelerdir?

  • Astronomi (Gök Bilimi)
  • Jeoloji (Yer Bilimi)
  • Paleontoloji (Fosil Bilimi)
  • Arkeoloji (Kazı Bilimi)
  • Botanik (Bitki Bilimi)
  • Zooloji (Hayvan Bilimi)
  • Embroloji (Canlı Gelişim Bilimi)

Elbette liste bu kadar kısa değil, fizik, kimya, sosyoloji gibi konulara da değinirken… eğer Kur’an-ı Kerim insanlardan birisinin elinden çıkmış olsaydı, bu kadar farklı konu hakkında bu kadar net bilgiler veremezdi. Veya bu konular hakkında günümüzde hatalı bilgilere mutlaka rastlar ve yanlış yönlendirmelere maruz kalırdık.

Nitekim tarihin tozlu raflarına şöyle bir göz attığımızda başka kaynaklarda da bu bilim konularına dair kutsal olarak nitelendirilen kitaplarda rastlıyoruz ancak maalesef o kitaplarda yer alan bilgiler zaman içinde bilim ışığında çürütülmüş, gerçek dışı olarak belirlenmiştir. Bununda dışında Mısır, Sümer, Babil, Fars, Hint ve Yunan gibi uygarlıkların ve o uygarlıklarda yetişen kişilerin ortaya koydukları eserlerinde/iddialarında/öğretilerinde hatalar olduğu gözlemlenmiştir. Bu bilgiyi, Muhammed Peygamber’in bu uygarlıkların metinlerinden esinlenerek yazdığı belirtildiği için verdim. Eğer öyle olmuş olsaydı, Muhammed Peygamber de esinlendiği bu medeniyetlerin ve oradaki kişilerin en az bir tane hatasına düşerdi ve oradaki hataları Kur’an-ı Kerimde de görmüş olurduk.

1400 Yıl öncesinden yukarıdaki bilim dallarına ait kilit bilgiler veren ve çürütülememiş, aksine desteklenmiş olan birkaç ayete birlikte göz atalım.

AstronomiEvrenin genişlemesi ve Van Allen Kuşağı

-Göğü Biz çok sağlam bir şekilde bina ettik, onu genişleten Biziz. Çünkü Biz geniş kudret ve hakimiyet sahibiyiz.
( Zâriyat Suresi – 51:47 )

-Hiç üzerlerindeki göğe bakmazlar mı? Bakıp da Bizim onu nasıl sağlamca bina ettiğimizi, onda en ufak bir çatlaklık, dengesizlik olmadığını düşünmezler mi?.
( Kaf Suresi – 50:06 )

JeolojiKainatın büyüklüğü, dünyanın yaşama elverişli olması, dağların sabitleyici olması, insanları düşünmeye – felsefe ve mantığa yönetlmesi.

-Gök nasıl kurulup uçsuz bucaksız yükseltilmiş?
-Dağlar nasıl da yeri tutup, dengeleyen direkler halinde dikilmiş.
-Yeryüzü nasıl yayılıp hayata elverişli kılınmış?
-İşte böyle… Sen insanları irşada devam et! Zaten senin görevin sadece irşad edip düşündürmektir.
-Yoksa sen kimseyi zorlayacak değilsin.
( Ğâşiye Suresi – 88:18-22 )

Paleontoloji Yaşamın başlangıcını araştırmak, evrimsel süreci incelemek, diğer yaratıkları incelemek.

-O kâfirler bakıp düşünmezler mi: (Mesela) deve nasıl yaratılmış?
( Ğaşiye Suresi – 88:17 )

-De ki: “Dünyayı gezin dolaşın da, Allah’ın yaratmaya nasıl başladığını anlamaya çalışın. Sonra, Allah tekrar yaratmayı da ölümden sonra diriltmeyi de gerçekleştirecektir. Allah elbette her şeye kadirdir.”
( Ankebut Suresi – 29:20 )

Arkeoloji Diğer insan ve medeniyetlerin yaptıklarını araştırmak, hayatı daha iyi hale getirmek için teknolojiden yararlanmak.

-Onlar dünyayı hiç dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden önce yaşayanların âkıbetlerinin nasıl olduğunu görsünler? Onlar, kendilerinden daha güçlü idiler. Toprağı altüst etmiş, sular, maden, ekin gibi nimetlerden yararlanmış ve şimdikilerin yeri imar edişlerinden daha fazlasıyla imar etmişler, resulleri de kendilerine aşikâr, parlak deliller getirmişlerdi. Ama hakikati reddettiler ve sonuçta yok olup gittiler. Allah onlara asla zulmetmedi, lâkin onlar kendi öz canlarına zulmettiler.
( Rum Suresi – 20:09 )

Botanik Yağmur Bilimi, (Bergeron) bitkilerin büyüyüş şekilleri.

-Gökten su indiren O’dur. Sonra Biz onunla her çeşit bitkiyi çıkarırız. O bitkiden bir filiz, ondan da büyüyüp birbirinin üstüne binmiş taneler, başaklar çıkarırız. Hurma tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm, zeytin ve nar bahçeleri yetiştiririz. Bunlardan kimi birbirine benzer, kimi benzemez. Her birinin meyvesine, bir ilk meyve verdiğinde bir de tam olgunlaştıkları zaman bakın! Elbette bütün bunlarda iman edecekler için alınacak birçok dersler vardır.
( En’am Suresi – 06:99 )

Zooloji Hayvanların ürettikleri gıdalar ve onu üretme şekilleri.

-Doğrusu davarlarda da size deliller vardır: Zira size onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından, halis bir süt içiriyoruz ki içenlerin boğazından âfiyetle geçer.
-Hurma ve üzümden hem sarhoşluk veren içki, hem de güzel gıdalar elde edersiniz. Şüphesiz bunda aklını çalıştıran kimseler için alacak ibret vardır.
-Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: “Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz ev (kovan) edin. Sonra da her türlü meyveden ye de Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut.” Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için bunda alacak ibret vardır.
( En’am Suresi – 16:66-69 )

Embriyoloji Bir bebeğin anne karnındaki gelişim aşamaları, (Alzheimer)Alzaymır.

-Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız, bilin ki: Biz sizi ilkin topraktan, sonra bir nutfeden, sonra (rahim cidarına) yapışan bir hücreden, sonra esas unsurlarıyla hilkati tamamlanmış, ama bütün azalarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem et görünümünde bir ceninden yarattık ki, kudretimizi size açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süreye kadar ana rahminde durdururuz. Sonra da sizi bir bebek olarak dünyaya çıkarırız. Sonra güç kuvvet kazanıncaya kadar sizi büyütürüz. İçinizden kimi henüz çocukken öldürülür, kimi de hayatın en düşkün biçimine götürülür. Öyle ki daha önce bildiği şeyleri bilmez hale gelir. Yeri de kupkuru görürsün, ama oraya Biz su indirince çok geçmeden kıpırdanır, kabarır da gözü gönlü açan her güzel çiftten nice nebat bitirir.
( Hac Suresi – 22:05 )

Bilimsel olarak bu bilgilerin zıttı ispatlanamadığı gibi herhangi bir kimsenin bilimsel tespitler ve araştırmalar olmadan bütün bunları söylemesinin de imkânsız olduğu aşikar ortadadır.

Kur’an-ı Kerim’i biri kendi eliyle yazıyor olsaydı ki bu sadece şuanda iddia edilen bir şey değildir, daha önceden de Muhammed Peygamber’e bunu iddia edenler olmuştu… ve iddia edenlerin ona Mekke’nin sahipliği, tabiri caizse Cumhurbaşkanlığını teklif ettiklerinde onlara zıt ayetler getirmek yerine, tam tersi onların da hoşlarına gidecek ayetler getirirdi.

Mesela kumar, zina yasaklanmak yerine daha da meşrulaştırılır ve bunların yapılmasının önüne geçilmezdi.

Eğer o Resul bizim adımıza birtakım sözler uydursaydı, onu elimizle yakalar, sonra da onun şah damarını keserdik.
( Hakka Suresi – 69:44-46 )


Muhammed Peygamber bir yazar mıydı?

Muhammed Peygamber’in Kur’an-ı nasıl yazdığına dair bir çok teoriyi çeşitli kitaplarda/web sitelerinde bulabilirsiniz. Buna rağmen, “Kur’an-ı Kerimi Kim Yazdı?” bölümünde belirttiğimiz gibi, eğer Kur’an birinin elinden çıkmış olsaydı, o metnin içinde, metni yazan kişinin kendi menfaatine dair birçok bilgi/hüküm görmüş olurdunuz.

  • Örneğin, kumar yasaklanmazdı.
    Örneğin, zina yasaklanmaz, alenileşirdi.
    Örneğin, köleliğin kaldırılması için uğraşılmaz, onanır ve tavsiye edilirdi.

Kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden birisi, mevcut düzenin dışına çıkmak yerine, bizzat mevcut düzenin içeriğine has bir takım yaklaşımlar/ayetler getirirdi. Öyle ki yukarıdaki bahsettiğimiz kumar, zina, kölelik gibi durumlar yasaklansa ne, yasaklanmasa ne anlam ifade ederdi?

Nitekim bu ayetler neticesinde Muhammed Peygamber’in etrafında toplumun ileri gelenlerinden/zenginlerinden hiç kimse onun tarafını tutmamış, etrafında sadece fakirler, köleler ve bu minvalde insanlar kalmıştı. Üstelik kendisi de toplumun ileri gelenlerinden bir hanımla evliyken, neden böyle bir itibarsızlığı göze alıp, riske etsin ki kendini?

Bir önceki bağlamda belirtilen ayetler gibi buraya ayetleri tekrar yazmak, sayfayı iyice uzatmak olurdu ancak şuna da kısaca değinelim; Kur’an-ı Muhammed yazmış olsaydı, çölün ortasında yaşayan insanlara, güneşin bir gün beyaz cüce olacağından, güneşin ve ayın bir yörüngede sürüklendiğinden ne diye bahsedecekti ki? O devirde yaşayan insanların bunu tespit etme gibi şansları da yokken üstelik.


Uzay yazısında;
.:Bu bilgileri o devirde temin edebileceği kaynaklar vardı.
diyor…

Diyelim ki böyle kaynaklar olsun, Hz. Muhammed bu kadar bilgiyi kimden tek doğru şekilde temin edecekti? Astronomi, biyoloji, psikoloji, botanik bilimlerinden öyle ince ayrıntıları az önceki ayet dizilerinde gördük ki, daha dünkü teknoloji ile tespit edilmesi imkansızdı. Bu bilgileri eksiksiz toplamasının üstelik “tek doğru” şekilde imkanı var mı?

Eğer birden fazla kişinin yardımıyla yazıldığı tezi öne sürülürse, bu durumda daha beter çelişkiler ve çıkmazlar çıkarırdı karşımıza.

Ve Uzay yazısında,
.:Anlaşılmayan bir kitap gönderildi, insanlar okuduktan sonra hemen anlayamıyorlar ya da insanlar bu ayetler üzerinden birden fazla hiç alakası olmayan konular hakkında yorum yapabiliyorlar.
diyor…

Yine koskocaman bir mantık hatasıyla bizi baş-başa bırakıyor ve kendisi işin içinden tekbir paragrafla, tekbir cümle ile çıkıyor.

Bir olgunun/nesnenin farklı yorumları olması, nesneyi/olguyu ilgilendirmez, bu yorumcunun/yorumcuların hasıl olduğu bir durumdur. Ayrıca bir nesnenin/olgunun anlaşılmıyor olması onun yokluğunu ispatlamaz, nitekim bunlardan dolayı inkâr etmek hiçbir şekilde kabul edilebilir değildir.

  • Örneğin, bir öğrenci matematiği hiç anlamıyor olsun, matematiği anlamıyor olmak, matematiğin o öğrenci tarafından reddedilmesi gerektiği sonucuna götüremeyeceği gibi öğrencinin henüz bilgi seviyesinin yeterli olgunlukta olmadığını düşünür, daha çok çalışması, daha fazla vakit ayırması gerektiğini tavsiye ederiz.
  • Örneğin, herhangi bir matematik probleminin birden fazla çözüm yolu olabilir, öğretmenler de öğrencilerine bu problemi çözerken her iki alternatif çözüm yolunu göstermelerinde herhangi bir sakınca olmayacağı gibi, eğer birden fazla çözüm yolu varsa onun gösterilmemesi sakıncalıdır. Bir problemin çözümünün kısa yolu varsa, onun da anlatılması, öğretilmesi gerekir.

Kuran-ı Kerim sıradan mı?
Adeta; mantığın açlıktan, felsefenin kahırdan öldüğü yerdeyiz… Şaşırdım mı peki, elbette hayır!..

Uzay yazısında;
.:Akla mantığa uymayan, sıradan mitolojik bir öğe olduğunu gördüm.
diyor.

Hem mitolojik = doğaüstü hem de sıradan = bayağı olabilen ne vardır?
Bu bölümü öyle uzun uzadıya yazmayıp, okuyucunun zeka seviyesine bırakmayı tercih ediyorum.


Kur’an-ı Kerim’in neden farklı yorumları var?

Bu sadece Uzay’ın değil, muhtemelen İslamiyet’e inanan her Müslümanın kanayan yarısıdır. Bu konuya az önce matematik örneği verdiğimiz paragrafta değinmiştik ancak burada daha geniş bir çerçevede ele almak istiyorum.

Tabiri caizse Uzay’ın ve benim yaptığım durum tam olarak konu/konular üzerine yorumlar yapmak, her iki bakış açısından da argümanlar sunarak irdelemek, araştırmak, öğrenmek veya öğrenmeye sevk etmek. Hem bu yazıların yazarlarını hem de okuyucularını. Çünkü insan zihni “kesinlik, şüphe götürmezlik” ister. Bu yüzden her taşın altına bakar, her doneyi benimser, sentezler ve sunum haline getirir. Eğer böyle olmasaydık, hastaneler, arabalar, yüksek binalar inşa edemezdik. Bu bir hayat gerekliliğidir. Ve tüm yaşamımızda, karşılaştığımız her duruma bunu uyguladığımız gibi Kur’an-ı Kerim’e de uyguluyoruz.

Uzay’ın kastettiği “farkı yorumlar”, yüzyıllardır İslam Külliyatının sırtına yüklenmiş olan, olayları, konuları açıklamak için yapılmış yorumlar. Ve bu yorumlar birbirinden taban/tabana zıt olmasa da farklılıklar gösterebiliyor. Bazı konularda taban/tabana zıt görüşler olduğu da görülmüştür ancak bu görüşlerin sapıklığı aşikar ortada olduğundan İslamiyet’in bizatihi kendisini ilgilendiremez. Aslında o kadar geriye gitmeye bile gerek yok, çünkü şuanda ortada tek bir kitap var ve ismi Kur’an-ı Kerim… Uzay, bu kitabı okuduğunu ve anlamsız olduğunu iddia ederken, bende tam aksine, okuduğumu ve anlamlı olduğunu iddia ediyorum.

Bu yorumların ve yorumcuların, bu yorumları zihninde nasıl şekillendirdiği ve nelere dayanarak yaptığını kesin bir anlamda bilemeyiz ve bilemeyeceğiz. Ancak bu durum Kur’an-ı Kerim’in sıradan ve bayağı olduğuna kesinlikle ve kesinlikle, asla ve asla işaret değildir.

Kur’an’a bakış açımız oldukça önemlidir. Kur’an-ı Kerim’in geldiği dünyada dikkat ederseniz insanlar birbirini öldürüyor, kesiyor, yakıyor, tecavüz ediyor, diri-diri gömüyor. Yani 1400 yıl öncesine gitmeye hiç gerek yok. Hal buyken, kalkmış Kur’an-ı Kerim’i bu hastalıklı zihinlere sahip insanların yorumlarından yola çıkarak hayatımıza mâl ediyor ve doğruluğunu tartışıyoruz. Ya inkâr ediyor, mantıksız ve asılsız buluyoruz, ya kafalarımızı sallayıp zikir çekiyoruz, ya bilime merak sarıp bilim adamı oluyoruz, yada birilerini öldürmeye kadar ileriye götürebiliyoruz.

Benimde uzun yıllar boyunca düşündüğüm, araştırdığım konulardan birisi buydu ve içinden çıkması pek zor bir konuydu. Bu durumu daha net anlamak için bir misal getirmek istiyorum, bu misali izlediğim bir belgeselden feyz aldım.

Bizden çok üstün, ışık hızında seyahat edebilen bir medeniyet düşünün, bu medeniyet galaksiler arası dolaşıyor ve yeni yerler keşfediyor olsun. Eğer bu medeniyet bu kadar ileri seviyedeyse, bugün bizim tartıştığımız birçok konuyu aşmış, yapmamamız gereken birçok eylemi yapmaktan çoktan vazgeçmiş bir medeniyettir, aksi durumda bu kadar ileri bir medeniyet olamazdı zaten. Bu medeniyet bireyleri dünyaya gelsinler ve şöyle bir uzaktan baksınlar… gördükleri manzara içler acısı ve akıl dışı olacaktır. Birbirine roket atanlar, kafa kesip futbol oynayanlar, taşkınlığın ve zırvalamanın daniskası olan birçok absürt durumu göreceklerdir. Muhtemelen bu medeniyet bireyleri bu manzarayı gördükten sonra tabiri caizse arkasına bakmadan ışık hızından daha hızlı bir şekilde burayı terk etmek isteyecektir.

Fermi Paradoksu – Discovery Sience – Herkes Nerede?

Bu misalden anlatmak istediğim biz insanlara kuşbakışı bakıldığında yaptıkları şeyler öyle azımsanacak, özümsenecek şeyler değiller. Böyle bir yere nasıl bir kitap gönderirseniz gönderin, anlamayanları, yanlış anlayanları olacaktır. Bu kitabın kusurlu olmasından değil, kişinin bakışının az görmesinden kaynaklanır. Yani çok baksanız bile az görürsünüz.

Bu durumda, “Karar Verme” bölümünde belirttiğimiz gibi, ebedi hayatımızı doğrudan etkileyecek bir unsuru en ince detayına kadar araştırmak ve “yorumcuların” eline bırakmamız gerekir.


Kur’an- Kerim’in Yorumlanışı

Kur’an-ı Kerim, her konuda olduğu gibi, bu konuyla ilgili sorusu olanlara aşağıdaki ayeti göndermiştir.

Bu muazzam kitabı sana indiren O’dur. Onun ayetlerinin bir kısmı muhkem (kesin anlamlı) olup bunlar Kitabın esasıdır. Ayetlerin bir kısmı ise müteşabihtir (benzeşen anlamlı). Kalplerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşabih kısmına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah’tan başkası bilemez. İlimde ileri gidenler: “Biz ona olduğu gibi inandık. Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir.” derler. Bunları ancak tam akıl sahipleri düşünüp anlar.
( Âl-i İmran Suresi – 05:27 )

Gördüğünüz üzere Kur’an-ı Kerim, çeşitli kişilerin ve fikirlerin sorularını da cevaplarını da barındırıyor. Yine belirtmek isterim ki, bu soruları ilk defa Uzay sormadı, son soran da olmayacak. Sorular ve cevaplar bizzat Kur’an-ı Kerim’in içinde yer alıyor, bu tarz fikirleri edinmek için Uzay’ın veya benim yazdıklarıma ihtiyacınız bulunmuyor. Zaten Kur’an-ı Kerim bunları size veriyor.

Dikkat ederseniz bu ayetleri anlayanların, “İlimde ileri gidenler” olduğundan bahsediliyor. Yani Uzay’ın dediği gibi, bu ayetlere cahiller sıkı-fıkı sarılıyor değil, ilim-bilim, adına her ne diyorsanız artık, o kişilerin anlam verebileceğini belirtiyor. Ve aslında bu bir nevi meydan okumadır da aynı zamanda, çünkü ilimde ne kadar ileri gidiyorsanız bu ayetleri daha iyi anlayacaksınız anlamına geliyor bu ayet cümleciği.

“Bunları ancak tam akıl sahipleri düşünüp anlar.” sözünde olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’i anlamak için emek ve çaba sarf etmek gerekir. 23 yılda inen bir kitabı, 23 dakika da okumak ve hayatınıza, yaşamınıza uyarlamak imkansızdır. “Düşünmek” kelimesi bize bu konuların üzerinde ne kadar mesai harcamamız gerektiğini açıkça göstermektedir.


Öyle ki, yukarıda Âl-i İmran Suresinin 7’inci ayetinde belirtilen “Muhkem ve Müteşabih” kelimelerinden kasıt şudur;

  • Muhkem Ayetler “Kimseyi öldürmeyin” gibi emir minvalinde olurken,
  • Müteşabih Ayetler “Gökten de topraktan da su çıkarırız” minvalinde olur…

Buradaki anlam, Arapça Dilinin ve o günkü toplumun edebiyata, hitabete verdiği değere göre değişmektedir. Yani robotik bir dil ile anlatım mevcut değildir. Benzer bir durum İncil’de de mevcuttur, “Kulağı olan işitsin” gibi giriş cümleleri vardır. Halbuki kulağı olmayan nasıl işitecek? gibi sığ bir bakış açısıyla bakarsanız varacağınız yer Uzay’ın yanı başıdır. Cem Yılmaz’ın da dediği gibi, “Ulan gemicilik zihniyetiyle film izlenmez ki.”


“Topraktan su çıkarılmasını” net bir şekilde, ilk okumamızda anlayabiliriz, ancak “Gökten su çıkarmak” nasıl olabilir? İşte yorum ve yorumlamak tam olarak burada devreye giriyor.

“Çıkarmak” kelimesi, bir şeyi, başka bir şeyin içinden çekip almak, yükseltmek manalarına gelirken, “anlam çıkarmak” cümlesi, bir yazının, bir filmin, bir öğretinin veya herhangi bir şeyin ardındaki öz manayı keşfetmek/almak oluyor. Haliyle, “çıkarmak” kelimesi “somutluğu” temsil ederken, aynı zamanda “soyutluğu” da temsil ediyor.

Bu durumda “Gökten su çıkarmak” cümlesi için, hem somut hem de soyut anlam işlevsel hale gelir. Yani hem somut, hem soyut aynı anda kullanılabilir olur.

  • Örneğin, tıpkı yıkadığınız bir çamaşırı, suyundan arındırmak için sıktığınızda suyunu çıkardığınız gibi.

    “Gökten su çıkarmak” cümlesini yorumlamak için “benzeşen & benzetme veya günümüzde betimleme” olarak belirlediğimiz kavramlar devreye girer ve insanların daha iyi anlamaları için başka insanlar onu örneklendirirler. Zira, Kur’an-ı Kerim bunu çok sık bir şekilde yapmaktadır.

    Çamaşır örneğindeki gibi “Bulutları elinizle sıktığınızda suyunun çıktığını hayal edin, daha sonra o suyun yağmur olarak yeryüzüne yağdığını”. Buradaki benzetmenin asıl amacı ise, çamaşırdaki suyu sıkmak için ihtiyacınız olanlardır, en basitinden; “çamaşır sıkmayı bilmek, çamaşırı sıkmak için yeterli güç”. Bir çamaşırın suyunu sıkmak için en temel ihtiyaçlarınız, elleriniz, kollarınız, mafsal görevi görecek bir kemik yapısı, sağlam bir omurga ve kuvvetli bir kas kütlesi. Bizim ufacık bir çamaşırın suyunu sıkmak için ihtiyacımız olan bunlar iken, “yağmur yağdırmamız için” ihtiyacımız olan şeyleri düşünün. Düşündükten sonra da bunları hiçbir şekilde var edemediğimizi düşünün…

    “Yağmur yağdırmamız için” öncelikle bir dünyaya, atmosferine, bol miktarda suya, ısıya, rüzgara ve daha nice şeye sahip olmamız gerekiyor. Daha “çamaşır sıkmak” için gerekli olan şeyleri bile var edemiyorken “gökten su çıkarmak” için gerekli olan şeyleri nasıl var edebiliriz?

İşte Allah’ın müteşabih dediği ayetler, “Gökten su çıkarmak” örneğindeki gibi olan ayetlerdir. Ve bu ayetleri insanların anlaması için bu şekilde yorumlayabiliriz. Bu yorumlar, yorum sahibinin zekasına ve anlatım-hitabet gücüne bağlı olarak değişiklik gösterir. Üstelik burada “dil bilimine” doğrudan ihtiyacınız vardır. Kelimeleri ve anlamlarını çok iyi bilmelisiniz ki, belirli bir olguyu betimleyip, karşı tarafın zihnine doğru bir şekilde aktarabilesiniz.

Aksi halde;
Çamaşır: Giyim kuşam için elde edilen nesne.
Sıkmak: Baskı uygulamak, ezmek.
Su: Hayat kaynağı, ıslaklık veren, renksiz ve kokusuz ve tatsız madde.
Çıkarmak: Yükseltmek, çekip almak.
kelimelerinin benzeşen anlamlarından oluşabilecek hatalara bakınız;

  1. Çamaşır sıkmak su çıkarmak.
  2. Çamaşır ezmek, ıslaklık vermek.
  3. Çamaşırdan renksiz kokusuz ve tatsız madde çıkarmak.
  4. Çamaşır suyu yükseltmek.
  5. Çamaşırdan hayat kanyağı çıkarmak.

Gördüğünüz üzere, yorumcu, neyi nereye koyarsa ona göre cümle anlam kazanıyor.
1 ve 2’inci cümleler benzeşen anlamlarını zoraki olarak korusa da
3’üncü cümle çamaşırdan “renksiz, kokusuz, tatsız herhangi bir madde” çıkarmak anlamını kazandı.
4’üncü cümle ise olayı makam ve mevki anlamına çevirdi.
5’inci cümle ise çamaşıra ruhani bir anlam kazandırdı.

Şimdi yorumcunun hem zihninin hem de bilgi seviyesinin ne denli önemli olduğuna tanıklık etmiş olduk. Bu durumda metnin aslındaki anlamı kaybettiren “metnin kendisi değil” yorumcusu olmuş oldu. Eğer siz bir metni böyle akıl dışı yorumlayanlara inanırsanız yorumlayıcısı da çok olmuş olur. Dolayısı ile buradan hareketle Kur’an-ı Kerim’i bütünlüğü ile yorumcularına indirgemek doğru olamayacağı gibi yorumlayana inanıp-inanmamak da size kalmış oluyor.

Az önce tam olarak bende “muhkem ve müteşabih” anlamlarına bir yorum getirdim. Bu yorumu mantıklı/mantıksız bulmak okuyucunun zihnine aittir. Bizzat “muhkem ve müteşabih” kavramlarına addedilemez.


5.Bölüm: Dinlerin İndiriliş Gayeleri ve Peygamber Seçimi
Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

Uzay’ın yazısı, sürekli aynı şeyleri anlatmakla dolu. Dolayısıyla cevaplar da aynı şekilde tekerrürden ileriye gidemiyor. Kur’an-ı Kerim’i bir bütün olamamakla suçlarken, kendisi de aynı şekilde bir bütünlüğe sahip değil.

Örneğin Uzay’ın yazısında,
Dinlerin (özellikle İslam’ın) indiriliş hikayesi güvenilir değil
şeklinde bir cümle var.

Sadece Uzay’a değil, yazısını beğenip, doğru bulanların hepsine hem Türkçe, hem mantık, hem felsefe, hem de gramer öğretilmeli.

Dinler ne demektir?

Uzay’ın cümlesinin temelini yanlış yapan yeri, “Dinlerin (Özellikle İslam’ın)” bölümü. “Dinler” kısmına yazının daha önceki bölümlerinde (4. Bölüm Kur’an-ı Kerim Sıradan mı 2’inci Paragraf) değinmiştik. Allah’ın nezdinde tekbir din vardır ve onun adı İslamiyet’tir. Gönderdiği bütün peygamberlerin mesajları “tevhit inancına çağırmaktır.” İslamiyet, Hıristiyanların, Yahudilerin, Müslümanların şemsiyesidir. Dilleri farklı olduğu için kendilerine farklı-farklı isimler vermişlerdir.

“Müslüman” kelimesinden anlayacağımız anlam “kendisine Müslüman diyen kişinin” tekbir Allah’a inanan biri olduğudur. Bu kelime Arapça’da Müslüman iken, Türkçe’de Tanrıtanır’dır.

Yani, İncil’e inananlara Hıristiyan, Tevrat’a inananlara Yahudi, Kur’an’a inananlara Müslüman denir. Eğer Arapça söylemek gerekirse her kitabın inananına “Müslüman” denir.

Daha bu kadar basit bir şeyi bile bilmiyorken, Uzay’ın Allah’ı tanımasını beklemek, bir taştan ekmek olmasını beklemek kadar imkansız görünüyor. Yine de Kur’an-ı Kerim’deki ayetini paylaşalım ki, Uzay’ın ve benzer düşüncelerinin, yanlış olduğunu birebir bizzat yine Kur’an’da olduğunu görebilsinler.

Allah katında hak din, İslâm’dır. O Ehl-i kitabın ihtilâfları, kendilerine gerçeği bildiren ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki haset ve ihtiras yüzünden olmuştur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilsinler ki, Allah onların hesabını çabuk görür.
( Âl-i İmran Suresi – 03:19 )

Allah’ın bu ayetinde “hak din, İslam’dır” sözünden kastı, ondan gelmemiş olan dini öğretilerin “din” olarak kabul edilmemesi gerektiğidir. Örneğin, Hinduizm veya Budizm Allah’ın göndermiş olduğu bir kitaba bağlı değildir. Allah, başka dinlerden bahsederken, “Hıristiyanların ve Yahudilerin” kitapları olan Tevrat ve İncil’in öğretilerine bağlı olan kişiler/ibadethaneler değildir.


Peygamberlik Kurumu & Peygamber Seçimi

Yine bu cümlenin “indiriliş hikayesi güvenilir değil” bölümünde “hikaye” kelimesini bilinçli olarak seçiyor yada bunun hassasiyetine sahip değil Uzay… “hikaye” diyerek, “masal” algısını dayatıyor insanların zihnine.

“Ölüp toprak ve kemik haline geldikten sonra biz dirilecekmişiz ha! Bize de, daha önce babalarımıza da bu vaad edilip durdu. Doğrusu bu dirilme işi, öncekilerin masallarından başka bir şey değil!” dediler.
( Mü’minun Suresi – 23:82-83 )

Ve yazısının başka bir bölümünde;
.:Tanrı’nın milyonlarca insan içinden rastgele birini seçerek, tüm insanlığın kaderini, seçilen bu kişinin ikna yeteneğine bağlama senaryosunu inandırıcı bulmuyorum.
diyor…

Bu kısımda Hz. Muhammed’in Peygamberliğine dair şüphelerden ve tüm insanlığın kaderini tek bir insana bırakmanın mantıksız olduğundan bahsetmiş. Yine yazının daha önceki bölümlerinde Hz. Muhammed’in Kur’an-ı Kerim’i yazmadığına/yazamayacağına dair örnekler vermiştik. (Muhammed Peygamber Bir Yazar mıydı?) Bu cümlesinde ise, doğrudan Hz. Muhammed’e değil, Peygamberlik kurumuna/makamına ve bu makamın doğruluğundan şüphe duyulduğundan dolayı inanılabilir olamayacağından bahsediyor.

Peygamber & Peygamberlik

Uzay’ın argümanına göre Allah, 1 adam seçiyor ve onun hükmüne göre dünya hayatının yaşanmasını bekliyor. Uzay yine köklü bir hata yaparak kulağını tersten gösteriyor.

“ikna yeteneği” derken, Hz. Muhammed’in çabaları sonucu insanların bu dine inandığını/inandırıldığı kanısına varmış Uzay… bu kanıya nereden varmış tam bilemiyorum ama öyle olduğu zaman dünyanın çeşitli yerlerinde ne gibi problemler çıktığını gördük. Mesela Berlin Duvarı gibi.

Ki, Uzay’ın sunduğu argümanın tam zıddını Kur’an’da yine çok açık bir şekilde görebiliriz.

Biz onların aykırı iddialarını pek iyi biliyoruz, ama sen onları kuvvet kullanarak imana getirecek bir zorba değilsin. Sen sadece uyaran bir elçisin. Senin yapacağın iş, sadece tehdidimden endişe edecek kimseleri Kur’ân ile irşad etmektir.
( Kaf Suresi – 50:45 )

Şunu bil ki sen, ne ölülere sesini duyurabilirsin, ne de arkasına dönüp uzaklaşan sağırlara bu dâveti işittirebilirsin.
-Sen körleri de sapıklıktan kurtarıp doğru yola getiremezsin. Sen ancak ayetlerimize iman etmeye yatkın kimselere çağrını duyurabilirsin. Çünkü onlar hakka teslim olurlar.
( Neml Suresi – 27:80-81 )

Allah’ın gönderdiği peygamberler, sadece ve sadece Allah’ın insanlara öğüdünü iletmekle mükelleftir. Aksi durumda, yine yazının önceki bölümlerinde değindiğimiz, Hakka Suresi – 44 ve 46 ayetleri arasında söylenen durum gerçekleşir, “Peygamberin şah damarı kesilirdi.”

Ey Muhammed! De ki: “Ben Peygamberlerin ilki değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben ancak bana vahyedilene tabi oluyorum. Ben ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
( Ahkaf Suresi – 46:09 )

İşte, görüyorsunuz, Uzay’ın dediği durumlar olsaydı, Kur’an’da pek çok çelişki olurdu. Ve işte yine görüyorsunuz ki, bu argümanları ilk defa Uzay sunmuyor, bu argümanlar Peygamberimiz zamanında da sunuldu ve cevaplarını bizzat Kur’an’dan aldılar.

Kısacası, bütün bir insanlığın kaderi 1 insanın elinde değil… Allah, yer & mekan & duruma göre peygamberler yani elçiler gönderir ve o elçiler sadece Allah’ın sözlerini anlatabilirler.

Peygamber kelimesi, Farsça bir kelimedir. Arapça, yani Kur’an’da geçen ifadeler, “Resul, Nebi” şeklindedir. Yani Peygamber kelimesini Kur’an’da arasanız, bulamazsınız. “Resul ve Nebi” kelimelerini doğrudan “elçi” diye anlayabiliriz.

Elçi kelimesi, bizim kültürümüzde de bulunan ve kullanılan bir kelimedir. “Haber iletmek” anlamında kullanılır ve bu kullanımı doğrudur. Elçi, ilettiği mesajlarda kendinden bir şey eklemez. Bunu kelime gereği değil, Peygamberlik vasfından dolayı gerçekleştirir. Nitekim, tarih boyunca sahte peygamberler gelmişte gelmiştir. Bizim “Peygamber” kelimesini yaygın olarak kullanmamız ise “Osmanlı Devletinden kalma bir mirastır.”

Bu temel bilgiyi edindikten sonra ve “Elçi” kelimesinin ne için kullanıldığını da öğrendikten sonra ve yukarıdaki ayetlerde “Peygamberin hiçbir şekilde kendi hevesinden konuşmadığını da” öğrendikten sonra Allah’ın Peygamber seçimini nasıl yaptığına dair yine Allah’ın bize söylediğince anlatalım.


Allah’ın Peygamber Seçimi

Allah’ı bilmek ve Peygamberlerle ilgili hiyerarşiyi anlamak için araştırmalar yapmalı, olabildiğince çok okumanız gerekmektedir. Bu bilgiler elimizde olmadığı zaman Uzay gibi sayfalarca zırvalar ve saçmalarız.

Uzay yazısında;
.:Tanrı’nın milyonlarca insan içinden rastgele birini seçerek, tüm insanlığın kaderini, seçilen bu kişinin ikna yeteneğine bağlama senaryosunu inandırıcı bulmuyorum.
derken;

Yine tarafsız olan yazısında, herhangi bir Kur’an ayetine dayanmadan “rastgele” diyerek, Peygamberlik kurumunun ve Allah’ın Peygamber seçimini “sıradanlaştırmış” oluyor. Böyle olduğunda karşı tez sunmayı da okuyucunun elinden almış oluyor.

Şimdi Uzay’a “Acaba bunu nereden okuyup da söyledin?” diye sorsak, alacağımız cevap yine aynı minvalde olacaktır veya cevap veremeyecektir.


Allah Rastgele Peygamber Seçer mi?
(Tarihi metinler & siyer kaynakları)

Allah, peygamberlerini doğrudan seçer, herhangi bir okul, üniversite gibi kurumdan mezun olan kişilerin içinden değil. Kişinin, makamı/görevi/dünyada yaptıklarına bakılmaz. Elbette bu bizim açımızdan böyledir. Yani “Muhammed, dersine iyi çalıştı ve peygamber oldu.” diyemeyiz.

Ancak Kur’an-ı Kerim’de, Hz. İbrahim ve Hz. Muhammed’in peygamberliklerine dair anlatılanlardan, onların “Allah’ı aradıklarını” görüyoruz. Ayrıca, peygamber olarak gönderilen kişilerin bir “nesep/soy” bağı olduğunu da yine Kur’an-ı Kerim’den görebiliriz.

  • Örneğin, Hz.Adem ilk peygamber olarak seçilmiş ve oğullarına, torunlarına peygamberlik yapmıştır.

    Hz.Adem’den sonra oğlu > “Şit” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > Şit’in neslinden > “İdris” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > İdris’in neslinden > “Nuh” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > Nuh’un oğlu > Sam’ın > İrem Neslinden > “Hud & Salih” peygamber olarak görevlendirilmiştir.

    > Nuh’un oğlu > Sam’ın > Erfahşed neslinden > Salih-abir > Falig-Ergu > Sarug Nahor > Taruh > “İbrahim” peygamber olarak görevlendirilmiştir. Ve lakabı ise “Peygamberlerin Atası”dır, çünkü Hz.İbrahim’den önceki peygamberlerin soyları bildiğimiz kadarıyla devam etmemiştir.

    > Nuh’un > neslinden Taruh’un > Haran neslinden > “Lut” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > Lut’un > Mikail neslinden “Şuayb” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > İbrahim’in neslinden > “İsmail” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > İsmail’in neslinden > “Muhammed” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > İbrahim’in neslinden > “İshak” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > İshak’ın > Ays > Ravil > Mus neslinden > “Eyyub & Zulkifl” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > İshak’ın neslinden > “Yakup” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > Yakup’un neslinden > “Yusuf & Yuşa & Elyasa” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > Yakup’un > Bünyamin neslinden “Yunus” peygamber olarak görevlendirilmiştir.
    > Yakup’un > Yehuza Neslinden > Nun > “Davud & Süleyman & Danyal & Üzeyir & Zekeriya & Yahya” peygamber görevlendirilmiştir.
    > Yakup > Yehuza > Nun > Süleyman > İmran > Meryem > “İsa” peygamber olarak gönderilmiştir.
    > Yakup’un > Lavi > Kahis > İmran neslinden “Musa” peygamber olarak gönderilmiştir.

Yukarıda yer alan soyağacının kaynağı “Kur’an-ı Kerim ve Tevrat” esas alınarak belirlenmiştir. Tevrat’ın en eski nüshalarında da (Ölüdeniz Yazıtları) gördüğümüz üzere soyağacı çok sıkı tutularak kayıtlara geçirilmiş. Ancak elbette Tevrat’ın değiştirilmesi hasebiyle bu bilgiler “kesinlik” atfetmemektedir. Ancak Kur’an-ı Kerim’de “İmran Ailesi – Al-i İmran” suresinde, Hz.İsa’dan ve neslinden şerefle bahsedilmektedir… bu bahsediş, Tevrat’ın ayetlerini doğrular niteliktedir, bu nedenle delil çerçevesine girebilir.

Kısacası, Allah rastgele değil, bizim tam olarak bilmediğimiz bir hiyerarşi ile peygamber gönderiyor. Kim bilebilir, belki o neslin genlerinde Allah’ın mesajlarının ağırlığını kaldırabilecek özel bir yaratılış olabilir.


Yukarıdaki soyağacı Uzay ve benzeri düşüncelerin tatmin olması için yeterli ve kesin bilgi içermediği için, Kur’an-ı Kerim peygamber seçiminde kimleri, nasıl destekliyor bir de o ayetlere bakalım.

Kur’an-ı Kerim’den Deliller
Allah, rastgele peygamber seçer mi?

-Sen Rabbinin nimetiyle mecnun değilsin.
-Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.
( Kalem Suresi – 68:02 ve 04 )

Allah, Muhammed Peygamber için, Yüce bir ahlak üzere olduğunu, yani o devirde diğer insanların yaptığı yanlışları yapmadığını ve “mecnun” -deli olmadığını yine Allah’ın vermiş olduğu nimetler neticesinde doğru yolda olduğunu görüyoruz.

Ey örtüye bürünen! (İnziva arzu eden!) Ayağa kalk ve insanları uyar. Rabbinin büyüklüğünü an. Elbiseni tertemiz tut, maddî manevî kirlerden arın, pis ve murdar olan her şeyden kaçın! Verdiğini çok bularak minnet etme! Rabbinin yolunda sabret! Sûr’a üflendiği gün, Doğrusu, o çok çetin bir gün! Kâfirlere hiç kolay olmayan bir gün!
( Müddesir Suresi – 74:01-10 )

Allah’ın değil de kendini peygamber eden bir insan kendine böyle ayetler yerine, “Sen ne güzel birisin, insanları uyar diye biz seni seçtik, insanlar sana güzel elbiseler versin, onları giyin, sana peygamber olduğun için her şey serbesttir.” demesi gerekmez miydi?

Rumlar yakın bir yerde mağlup oldular. Ama bu yenilgilerinden sonra galip gelecekler. Birkaç yıl içinde. Çünkü işleri karara bağlama yetkisi, başında da sonunda da Allah’a aittir. O gün, müminler de, Allah’ın verdiği zafer sayesinde sevinecekler. Allah dilediğini muzaffer kılar. Zira O, azîzdir, rahîmdir (mutlak galiptir, sınırsız merhamet ve ihsan sahibidir).
( Rum Suresi – 30:02-05 )

Rumların (Anadolu) yenilgisi, o dönemde elbette erişilebilir bir bilgiydi ancak “tekrar kazanacaklar” bilgisi, sadece Muhammed’in değil, herhangi bir kişinin bilebileceği bir bilgi değildir. Ancak Rumlardan kast edilen “Bizans İmparatorluğu – Ehl-i Kitap, yani Hıristiyanlığı kabul edenler (Anadolu Bölgesi)” 628 yılına kadar yapılan savaşlar sonrasında girdiği savaşları kazanmıştır. Bu durumda Muhammed geleceği nasıl bilebildi?

De ki: “Yemin ederim! Eğer insanlar ve cinler, bu Kur’ân’ın benzerini yapmak için bir araya toplansalar, hatta birbirlerine destek olup güçlerini birleştirseler bile, yine de onun gibi bir Kitap meydana getiremezler.”
( İsra Suresi – 17:88 )

Yoksa “Kur’ân’ı kendisi uydurmuş.” mu diyorlar? De ki: “İddianızda tutarlı iseniz, haydi belagatte onunkine benzer on sûre getirin, isterse kendi uydurmanız olsun ve Allah’tan başka çağırabileceğiniz herkesi de yardımınıza çağırın!”
( Hûd Suresi – 11:13 )

Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’ân’ın Allah’ın sözü olduğu hakkında şüpheniz varsa, haydi onun sûrelerinden birine benzer bir sûre meydana getirin ve Allah’tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın, iddianızda tutarlı iseniz.
( Bakara Suresi – 02:23 )

Yukarıdaki ayetler “Meydan Okuma” ayetleri diye de bilinir. Eğer Muhammed’in Peygamberliğini yalanlıyorsanız, Kur’an-ın Allah’tan gelmediğini iddia ediyorsanız, onun benzeri bir kitabı, edebi açıdan da mükemmel bir metni siz oluşturun o halde. Bu “Meydan Okumaya” karşı kimse çıkmayınca, 10 sure, daha sonra 1 sureye kadar indirilmiş ancak buna rağmen kimse yazamamıştır.


Mantıktan Deliller
Allah, rastgele peygamber seçer mi?

  1. Hz.Muhammed’i Allah tarafından seçilmemiş olsaydı, peygamberlik iddiası için 40 yaşını beklemezdi.
  2. Hz.Muhammed’in başta amcası olmak üzere birçok düşmanı bulunuyordu. Tarihi kaynaklardan bu düşmanlıkların büyük savaşlara neden olduğunu da biliyoruz. Bu durumda 23 yıllık peygamberlik ve devlet adamı hayatı boyunca birçok kez suikaste maruz kalmış, zehirlenmiş bir adam öldürülememiştir. 23yıl boyunca öldürülmeye çalışılan bir insan, Allah gibi yüce bir kudret tarafından korunmasaydı, defalarca öldürülebilirdi.
  3. Kur’an-ı Kerim’de Hz.Muhammed’in bilemeyeceği bilimsel olaylar, algoritma sistemi ve birçok olağanüstülük mevcuttur, bu mevcudiyet, bir insanın yazamayacağı ve oluşturamayacağı üstünlüktedir, daha üstün bir varlık tarafından bildirilmesi gerektiği hasebiyle bu üstün varlığın delillerini Hz.Muhammed aracılığı ile bildirmesi onun seçildiğini gösterir.
  4. Kur’an-ı Kerim’de, Hz.Muhammed’in acziyet içinde olduğu, azarlamalara maruz kaldığı ayetler de mevcuttur. Bu durumda kendini seçen ve karşısındaki topluma üstünlük sağlamak isteyen birinin gelmesini pek istemeyeceği ayetler… yine kendisinden üstün bir kudretin göndermiş olduğu ayetler ve Hz.Muhammed’in bu görevinden istifa edememesi, Allah’ın onu seçmiş olduğunun mantıki bir kanıtıdır.
  5. Hz.Muhammed’e bazı zamanlar çok uzun süre vahiy gelmezdi. Bu zamanlarda müşrikler onunla dalga geçer/alay ederdi. “Muhammed’in Rabbi Muhammed’e küstü… Muhammed’in Rabbi Muhammed’i terk etti.” gibi ithamlarda bulunurlar. Kur’an-ı Kerim’in Dûha Suresinde bu durum “Rabbin seni ne terk etti, ne de sana küstü” şeklinde açıklanır. Kur’an-ı Kerim bir yaratıcı tarafından gelmeseydi ve Muhammed bunları uyduruyor olsaydı, bu kadar alay/dalgaya maruz kalmaz, uydurduğu yerden uydurmaya devam ederdi.

Hz. Muhammed’in İkna Yeteneği

Yukarıdaki “Kur’an-i” ve “Mantıki” delillere rağmen Uzay’ın hiç düşünmeden sarf ettiği “tüm insanların kaderinin ikna yeteneği üstün birine bırakılma” senaryosu sözü, elbette kendisinin de dediği gibi herhangi bir akla-mantığa uygun değildir. Zaten bu Uzay’ın bir senaryosudur… bu çok bilindik bir ateist argümanı olmasa da buna dair de Kur’an-ı Kerim’de cevaplar bulunmaktadır.

  • Örneğin, Allah tarafında, müşriklerle savaşan kişilerden bazıları “yalan söyleyerek” savaşa katılmama izni istemişlerdi. Hz.Muhammed ise onlara izin vermiş, daha sonra Allah tarafından sertçe ikaz edilmişti.

    Hay Allah seni affedesice! Niçin sence doğru söyleyenler iyice belli oluncaya ve yalancılar da meydana çıkıncaya kadar beklemeyip izin isteyen o münafıklara izin verdin?
    ( Tevbe Suresi – 09:43 )
  • Örneğin, Hz.Muhammed, Allah’ı ve ayetlerini açıklamak için dönemin ileri gelenleriyle bir yerde toplanmış, onlara vaaz veriyor, Allah’ı ve Kitabı anlatıyordu. O sırada yanına, gözleri görmeyen biri geldi ve Muhammed’ten kendisini, Allah ve Kitap hakkında bilgilendirmesini istedi. O ortamda bulunanlardan biri, gözleri görmeyen adamdan dolayı “yüzünü ekşitti” ve bu gözleri görmeyen adamın acizliğinden büyüklenerek arkasını dönüp gitti. (Yani, körlerle ve yoksullarla aynı dini paylaşmak mı, neyse kalsın edasıyla…) Hz.Muhammed o gözleri görmeyene değil de toplumun ileri gelenlerinden yana dönerek konuşmasına devam etti. İşte bu durumdan dolayı aşağıdaki ayetler geldi.

    Yanına görmeyen (âma) biri geldi diye yüzünü ekşitti ve sırtını döndü. Ne bilirsin, belki de alacağı öğütle arınacaktı. Yahut nasihati dinleyip ondan yararlanacaktı? Ama irşada ihtiyaç duymayana ise, ona dönüp itibar ediyorsun. Halbuki kendisi arınmak istemiyorsa onun arınmamasından sana ne! Fakat Allaha saygı duyarak sana şevkle koşa koşa gelenle sen ilgilenmiyorsun. Hayır! Öyle yapma! Çünkü o ayetler öğüttür, uyarıdır. Artık isteyen ders alır.
    ( Abese Suresi – 80:01-12 )

Gördüğünüz üzere, Peygamber’in muhteşem bir ikna yeteneği yoktu, eğer ikna edebilseydi, amcalarını, amcaoğullarını, Tevrat’ta kendisinin geleceği haber verilmesine rağmen İsrailoğullarını ikna edebilirdi ve bunca savaş yaşanmazdı. Ayrıca bu savaşları sadece Kur’an-ı Kerim’den değil, tarih kitaplarından da teyit edebilirsiniz. Yine ikinci örnekte verilen, yüzünü ekşiten ve arkasını dönüp giden kişiyi ikna edememiştir. Kur’an-ı Kerim’de, peygamberlerin böyle uyarıldığı ayetlerden de yeteri kadar mevcuttur. Bu ayetlere “İtab Ayetleri” denir ve araştırırsanız diğer örneklere de ulaşabilirsiniz. Ve ayrıca, bu ayetlerden sadece Hz.Muhammed için değil, diğer peygamberler içinde vardır. (Bkz. Kavminden kaçan Yunus Peygamber.)


Peygamberliğe Üçüncü Şahısların Şahitliği

Yine, ne akla, ne mantığa uygun bir argüman göremiyoruz… Peygamberliğe üçüncü şahısların şahitlik etmesi sanki Uzay için yeterli olabilecekmiş gibi bu argümanı sunması da çok saçma. Üçüncü, dördüncü kişilerin şahitliği olsaydı bu sefer de “iyi de ben görmedim, benim de görmem gerekir” diyerek tarihteki büyük müşriklerin düştüğü hataya düşecekti.

Uzay, bu argümanın, argümanın da kendisi ile çelişerek sonsuz bir döngü oluşturacağını çok iyi biliyor veya gerçekten felsefeden ve mantıktan hiçbir şekilde haberi yok, varsa da nasiplenememiş. Bu yöntem ile herhangi bir şeyi katiyen ispatlayamaz ve herhangi doğru bir açıklama getiremezsiniz.

Bu argümanın benzer bir versiyonunu ateist sitelerde ve forumlarda bulabilirsiniz. Hani şu, “Muhammed’in peygamber olduğunu kim söylüyor?.. Allah… Allah’ın, Allah olduğunu kim söylüyor, Muhammed” örneği…

Gelelim üçüncü sahsın olup, olmamasının neyi değiştireceğine?.. Eğer üçüncü bir kişi olsaydı bile bu sefer de “kendi aralarında ittifak kurmuşlar” denerek yine yalanlanabilirdiler… Hadi dördüncü kişi de olsun, o zaman da aynı ittifak kurulmuş ihtimali olabileceğinden yine inanabilirliği tehlikeye giderdi ve bu sonsuza kadar böyle giderdi. Beşinci kişinin şahitliği, altıncı kişinin şahitliği, yedinci, yüzüncü, bininci şahit ve şahitlerin ardı arkası kesilmezdi.

Uzay’ın bu argümanı, günümüzdeki herhangi bir şeye uygulandığında da çökecektir. Yukarıda verdiğimiz BigBang örneğinde olduğu gibi, kimse görmemiş, yeniden oluşturamamış ancak emarelerinden onun varlığına kanıt getirebiliyor olmamız gibi.

Bu örneğin ne alakası var diyebilirsiniz ancak olaya daha büyük bir bakış açısıyla baktığımızda, kurduğumuz teoriler ve yasaların başlangıcında eğer herhangi bir hata yapmışsak, BigBang’te çöp olacak. Nitekim, Kuantum Fiziği gündeme geldiğinde, fizikle ilgili birçok bilgi çöp olmuş, yeniden yazılmak zorunda kalınmıştır. Yine ne kadar “hiçbir şey bilmiyor olduğumuzu” yeniden öğrenmiş, görmüştük…

Nitekim, bu örnek bilime uyarlandığında nasıl mantıksız ve kısır sonuçlar doğuracaksa, Hz.Muhammed veya Allah’a uyarlandığında da aynı sonuçları doğruacaktır.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim bu argümana cevap olarak yüzlerce ayet göndermiştir ancak başta Kur’an-ı Kerim’e inanmayan biri için bu kitap bir anlam ifade etmediğinden, örneğimizi daha basitleştirerek “bilim üzerinden” anlattık yoksa bilimi inkar ettiğimiz falan yok.


Peygamberlerin Mucizeleri

Kur’an-ı okumuş ve anlamamış biri olarak elbette Uzay’dan böyle bir argüman sunmasını bekliyordum yazısını okumaya başladığımda. Uzay, mucizeleri zihninde nasıl tahayyül ediyor bilmem ama onun anladığı gibi olmadığı kesin! Çünkü, “mucizeleri” peygamberler değil, “Allah gösterir.” 🙂 Bu ayrımı yapamayan birine Uzay ismi biraz mübalağa edilmiş. Her neyse! Öncelikle “mucize” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de yer almaz, onun yerine “ayet” kelimesi kullanılır. Ancak bizim anladığımız mana da kullanacak olursak, bunu Türkçedeki “Vay be” ile özdeştirebiliriz. Sizi üzen bir olay neticesinde “vay be” derseniz, bu olayın başınıza hiç gelmeyeceğini umuyor ve neden olanların buna neden olacaklarını hiç düşünmemişsiniz manası vermiş olursunuz. Eğer, sizi şaşırtacak bir olay neticesinde “vay be” derseniz, bunun sizi hayretler içinde bıraktığını, nasıl olduğunu anlamadığınızı ve anlayamayacağınızı kast etmiş olursunuz. Kısacası “mucizelerin” yani “ayetlerin” gösterildiği toplumlar, inanmaları durumunda ödüllendirilir, inanmamaları durumda ise “helak” edilir. Yani aslında İslamiyet’te mucizeler çok olumlu durumlar değillerdir.

Mucizeler, durup-durduk yere gösterilmezler ve henüz bizim anlamadığımız, belki de hiç anlayamayacağımız, sırrına akıl erdiremediğimiz durumlardır. Bu kainatın içinde sebep ve sonuç ilişkisi kuramadığımız hemen-hemen her şey bizim için “mucize”dir.

  • Örneğin, “Alaska Ağaç Kurbağaları” kış aylarında bizim bildiğimiz şekilde ölürler… Yani kalp atışı, nefes solunumu, kan dolaşımı tamamen durur. Ancak havalar ısındığı zaman bir şekilde bu kurbağaların kalpleri tekrar atmaya başlar ve vücut fonksiyonlarını tekrar kullanılabilir hale gelirler. Bilim insanları buna “cryoprotectant” isimli kimyasal bir maddenin neden olduğunu düşünmektedirler ve henüz bu kurbağa türünden başka bir canlıda bu kimyasal maddenin bu denli etkin olduğu izine rastlamamışlardır. Rana sylvatica isimli bu şirin yaratık, elbette büyük bilginin eseridir.
    (Nat Geo Wild – Orman Kurbağaları)

    İşte biz, bu ve benzeri olayların tümüne, hatta kainatın tamamına baktığımızda, incecik hesaplarla oluştuğunu görür ve “mucize” deriz.
Donsa da ölmeyen kurbağa. (Rana Sylvatica)

Ve elbette biliyorsunuz ki, zaman görecelidir… Kurbağanın başına gelen bu olayın, akıl ve mantığın anlayabilmesinde büyük güçlükler yaşanan bu olayın benzerlerinin hızlandırılmış versiyonları insanların inanmaları için “mucize” olarak gösterilmiş, insanlar bu gördüğü olağanüstülük karşısında bir yaratıcının varlığına iman etmiş olabilirler.

“Sihir, henüz bizim bilmediğimiz bir bilimdir.” şeklinde benimde çok sevdiğim bir söz var ve muhtemelen sizde duymuşsunuzdur. Bu sözden ve bu kurbağa örneğinden yolara çıkarak, henüz bunca bilinmeyen “mucize” olarak isimlendirebileceğimiz doğa olayı, canlı yaşamı sırrı varken, bunları “Ben yarattım” diyen bir varlığı yok saymak ancak ve ancak “büyüklük taslayan” bir zihnin söyleyeceği ve yapacağı şeylerdir. Ve bunu söylemek bana hiç mi hiç mantıklı ve inandırıcı bir senaryo olarak gelmiyor.


İsra Suresi 59’uncu Ayet

Mucize tanımının ne olduğunu ve nasıl gerçekleştiğini öğrendikten sonra Uzay’ın, İsra Suresi 59’uncu ayeti yanlış yorumlamasını açık-açık görebilirsiniz. Mucizeleri, kafilerin keyfi isteklerine göre göndermediklerini, gönderirlerse başlarına nelerin geleceğini bilmediğinden dolayı göndermediklerini belirtiyor.

Ancak Uzay yine bir çarpıtma yaparak, Kur’an’da hiç mucize yokmuş, dünyada hiç mucize yaşanmamış gibi Kur’an-ın kendisiyle çeliştiğini söylüyor ve yazısının devamında değineceğiz dediği “Mucizeler” konusunu bir daha açmıyor.

Kâfirlerin keyfî olarak istedikleri mûcizeleri göndermeyişimizin tek sebebi, daha önceki kâfirlerin bu gibi mûcizeleri yalanlamış olmalarıdır. Nitekim Semud halkına açık bir mûcize olarak o dişi deveyi verdik de onu öldürdüler ve bu yüzden kendilerine zulmettiler. Biz o âyetleri sadece korkutmak için göndeririz.
( İsra Suresi – 17:59)

Allah, eğer bir kavme “mucize” gönderir ve o kavim bu mucizeyi görmesine rağmen inanmazsa ki, İsra 59’uncu ayette “Semud Halkının” inanmadıklarını belirterek, kendilerine zulmettiklerini söylüyor… işte böyle cezalandırılacaklarından bahsediyor. Bu mucizelerin gönderilmemesinin bir sebebi de işin henüz o raddeye gelmemiş olması. Eğer iş o raddeye gelmiş olsaydı, bugün bu konuları konuşmuyor olurduk, çünkü ortada ne Araplar nede onlardan bir iz kalırdı.

Ayrıca, yazımızın önceki bölümlerinde, Allah’ın defalarca “görmüyorlar mı?, işitmiyorlar mı?” diye dikkat çektiği birçok husus, Allah’ın bizatihi “mucizeleridir.” Bunda “salih akıl sahipleri için deliller vardır” demiyor mu?

  • Örneğin, Van Allen Kuşağı bizim için bir mucizedir. Güneş sistemimizdeki diğer gezegenlerde böyle bir yapının olmaması “hayatın olmamasıolamaması anlamına geliyor. Öyle ki, Van Allen Kuşağından önce, bir yaratıcının olmadığını iddia edersek, çözmemiz gereken binlerce imkansız olasılık değerlerinin nasıl olduğuna dair açıklamaları tam olarak yapmamız gerekir.

    Bigbang patlayacak da, evreni ayakta tutacak olan yasalardan sadece bir tanesi 1080 gibi bir ihtimalle oluşacak da, güneş sisteminin gezegenleri şuan ki konumlarında olacak da, dünya “pişirilmiş bir çamurdan” kayalık gezegene dönüşecek de, Van Allen Kuşağı oluşacak da, sonra bir asteroid dünyaya çarpıp suyu getirecek de, suda yaşam başlayacak da, başlayan bu yaşam evrilip karaya ayak basacak da, Uzay gibi bir insanı oluşturacak… İşte buna akıllı bir insan asla ve asla ihtimal diyemez…

Belki sayısını bilmediğimiz kadar ihtimalin oluşması gerekiyor. Sadece bir ihtimal için ihtiyacımız olan 10 üzer 80 sıfırlı bir rakam. Rakamı tahayyül edebilmeniz için aşağıya yazıyorum.

10 0000000000 0000000000 0000000000 0000000000 0000000000 0000000000 0000000000 0000000000 = 1

Yukarıdaki rakam sadece 1 yasanın oluşabilmesi için gerekli ihtimal. Peki, 2’inci yasanın 2 saniye sonra ve yine 10 üzeri 80 sıfırlı ihtimalde < 1 > oluşması nasıl bir ihtimal demek?

Muhammed Peygamberin zamanında bu kadar karmaşık matematik problemlerini anlatmayı bırakın, çözemiyordunuz bile. Buna rağmen, Kur’an-ı Kerim’de, “Güneşin ve Ay’ın bir yörünge tuttukları ve bir karar noktasına gittiklerinden” bahsediliyor. Bu bir mucizenin tam olarak kendisi hatta kallavi olanıdır.

Ve henüz daha, karanlık maddeden, higgs bozonundan, anti maddeden hiç bahsetmedik bile. Uzay’ı bu karmaşık problemlerle kendi başına bırakıyoruz ve saçmalıklarını cevaplamaya devam ediyoruz.


6.Bölüm: Allah Pis İşleri İçin İnsanları mı Kullanıyor?
Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

Bu, tam olarak, suçu işleyip, başkasının üzerine atmaktır. “Sen bütün yaveleri ye, sonra ben değil, görünmez bir güç yaptırdı” de. Kur’an-ı Kerim’deki şu kadar ayeti görmezden gelip, “Allah pis işleri için insanları kullanıyor” demek, tabiri caizse “akılsızlığın vücut bulmuş haline dönüşmektir.” Çünkü, birbirinizi öldürmeyin, ölçüyü doğru tartın, yetimlerin ve güçsüzlerin hakkını yemeyin diyen bir yaratıcıyı ve bir kitabı böyle itham etmek için sağlıksız bir zihne sahip olmak gerek.

Uzay’ın Kur’an-ı okudum demesi hiçbir anlam ifade etmiyor, keşke hiç okumasaydı. Keşke hiç düşünmeseydi.

Uzay’ın bu argümanına “kendisine inanmayan insanları öldürtme emri veriyor” kelimesinden yola çıkarak, Allah’ın böyle emirler savurduğu kanısına kapılırsınız ancak durum elbette öyle değil.

  • Örneğin, bir öğretmen olduğunuzu düşünün, öğrencinize bildiği her şeyi siz öğretmiş olun, bunları öğrenirken de, ona yiyecekler, içecekler ikram edin… Hatta bu yiyeceklerin ve içeceklerin kaynağı olan tarlanızı ona bağışlayın… Sonra öğrenciniz kalkıp, bildiği, öğrendiği her şeyi bir taştan öğrendiğini söylesin. Siz bunun doğru olmadığına dair, içinde nice deliller olan bir kitap daha yazın ve öğrencinize gönderin, ancak öğrenciniz yine inkar edip, öğrendiği her şeyi bir taştan öğrendiğini iddia edip, sonra size karşı örgütlensin… Hatta sizi kışkırtmak için bir adım öteye giderek, bu taşa kurbanlar kessin, başka herkesin ihtiyacı olanları kendine ayırsın ve davasında haklı olduğunu savunsun… bunları yaparken de sizin doğru öğretinizi çarptırıp, eğip-büküp kendisinden yanlış bilgiler de ekleyip hayatının merkezine alsın/aldırsın… Daha sonra bununla da yetinmeyip, sizin tüm güzel yaklaşımınıza, iyi davranışlarınızın üstüne size karşı savaş açsın, sizi ve öğrencilerinizi öldürmek istesin.

    Şimdi bu öğrenciye ne yapılması kararını vermek size değil de başka bir kişinin görevi olsun… Mesela Uzay’ın olsun bu görev… eğer sağduyulu yaklaşıp, durumu iyi analiz edip, iki tarafı barıştırabiliyorsa barıştıracaktır… O öğrenciye belki sayfalarca uzayan mektuplar gönderecek, bu şekilde davranmaması gerektiğini, mantıkla, felsefeyle açıklamaya çalışacaktır.

    Buna rağmen o öğrenci Uzay’ı ve çevresindekileri de tehdit etmeye başlasın… O halde bu öğrenci ve taraftarlarıyla mücadele etmekten başka çareniz kalmayacaktır.

Ayrıca, İslamiyet adına yapılan tüm savaşlar saldırı değil, savunma savaşıdır. Savaşları başlatanlar hiçbir zaman Peygamber ve etrafındaki insanlar olmamıştır… Bunu Kur’an-ı Kerim’i gerçekten baştan sona okursanız görebilirsiniz, madem Kur’an-ı bir kaynak olarak görmüyor ve saymıyorsunuz, o halde tarih kitaplarına bir bakın…


Allah İnsanları Birbirine mi Düşürüyor?

Bir önceki bölümde belirttiğimiz üzere Allah’ın ve inanmayanların neden aralarında savaşlar yaşandığını, ilkokul seviyesindeki birinin anlayacağı şekilde belirtmiştik. Bu başlıkta ise “Allah’ın koca evreni yaratmasına rağmen, insanları birleştirici, yapıcı, sevgi ve saygıya yönelten bir formülü neden yaratmadığı” argümanını görüyoruz.

Uzay’ın zihninde ne tür bir çelişki varsa, argümanları, tezleri ona bağlı olarak çelişkilerden bir adım ileri gidemiyor.

Bir yaratıcı olmadığını iddia ederken kendisi de “insanların sevgi, saygı, birlikte güzel yaşaması” taraftarlığı hayalini kuruyor ve Allah’ın böyle yaratmadığını kast ediyor. Oysa bunu diyebilmek için önce inançlı birisi olmak gerekir. Hem inanmayıp, hem inanan biri gibi sorgulayamazsınız.

İnançsızlıktan kastım ise, belirtilen bu formülün zaten gönderilmiş olduğudur. Eğer Uzay Kur’an-ı okumuş olsaydı, bunu argüman diye sunmazdı bile. Ve eğer Kur’an Merkezli bir hayat yaşarsak tüm insanlık olarak, bu tarz problemlerimiz kalmayacak, olmayacaktır. Çünkü Kur’an-ı Kerim, hiçbir şekilde kötü bir şeyi öğütlemez, öğretmez.

Mesela buna küçücük bir örnek vermek gerekirse;

Yalnız Allah’a ibadet edip O’na hiçbir şeyi şerik yapmayın. Anneye, babaya, akrabalara, yetimlere, fakirlere, yakın komşulara, uzak komşulara, yol arkadaşına, garip ve yolculara, ellerinizin altındakilere de (kölelere, cariyelere, işçilere) güzel muamele edin. Bilin ki Allah kendini beğenen ve övünüp duran kimseleri sevmez.
( Nisa Suresi – 04:36)

Anneye, babaya, akrabalara, yetimlere, fakirlere, yakın komşulara, uzak komşulara, yol arkadaşlarınıza, gariplere, yolculara, çalıştırdığınız işçilere (modern kölelere) güzel muamele edin diyen bir yaratıcı daha ne demesi, yada Uzay’ın bakış açısıyla ne dememesi gerek ki insanları birbirine düşürmesin?

Rabbin şöyle buyurdu: Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Anneye ve babaya güzel muamele edin. Şayet onlardan her ikisi veya birisi yaşlanmış olarak senin yanında bulunursa sakın onlara hizmetten yüksünme, “öff!” bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve gönül alıcı sözler söyle.
( İsra Suresi – 17:23 )

Anne ve babaya “öff!” bile dedirtmeyen Allah, onlar yaşlandığında da onların hizmetinden yüksünmemiz gerektiğini öğütlerken, bu şekilde eğitilmiş, yetişmiş bir insanın başka birine zarar verme olasılığı dahi var mıdır? Siz bu güzel öğütleri ve nasihatleri görmezden gelip, hiç saydıktan sonra, toplumdaki bu ayrılmayı/tefrikayı Allah’a mâl etmek ne derece sağlıklı bir düşüncedir, düşündünüz mü?


İnananlar ve İnanmayanlar Arasında Savaşlar

Benim de hayalim böyle… Keşke böyle bir dünya olabilseydi. Ancak, cahil ve amaçsız nesiller yetiştirilmeye devam edilirse, önünde-sonunda bu iş çığırından çıkacak ve Cahiliye Arapları gibi sapkınlığın tam orta yerine dönüşecek dünya. Zaten insan bu dünyaya (bahçeye) onu mahvetmek üzere gelmiş gibi elini neye atsa kurutur-bertaraf eder.

Uzay’ın dediği gibi Allah insanları birbirine düşürseydi, bu şekilde ayetler göndermezdi, Muhammed’de onun elçisi olmasaydı, yukarıdaki ayetler yerine, “hep bana, hep bana” derdi, günümüzdeki tüm siyasetçiler ve hevasına yenik düşmüş insanlar gibi.


Köleliğin Yasaklanmaması
(Modern bir kölenin isyanı!)

Sizler eğer sarp bir yokuş aşmak istiyorsanız bir kölenizi azat edin! Bu sözler benim değil, Kur-an-ı Kerim’in sözleridir. Beled Suresi ki Beled Suresi… Okuyanların içini açan, göğsüne ferahlık veren Beled Suresi… Uzay’ın bu sureden haberi olmadığı aşikar. Ve benimde bunu söylemekle bitiremeyeceğim aşikar. Bir insan nasıl okudum dediği şeyi çarptırır, saptırır ve başkalarının yoldan çıkmasına neden olur, aklım bir türlü almıyor. Sanırım ben çok aptal bir iyimserim.

Biz ona görmesi için gözler, gönlüne tercüman olacak dil ve dudaklar vermedik mi? Ona hayır ve şer yollarını göstermedik mi? Fakat o sarp yokuşu aşmaya çalışmadı. Sarp yokuş, bilir misin nedir? Sarp yokuş bir köleyi, bir esiri hürriyetine kavuşturmaktır. Kıtlık zamanında yemek yedirmektir. Yakınlığı olan bir yetimi yada yeri yatak, göğü yorgan yapan bir fakiri doyurmaktır. Hem Sarp Yokuş: gönülden iman edip, birbirilerine sabır ve şefkat dersi vermek, sabır ve şefkat örneği olmaktır. İşte hesap defteri sap ellerine verilecek olanlar bunlardır. Ayetlerimizi inkar edenlerin hesap defterleri ise sol ellerine verilecektir. Onların cezası da, kapıları üzerlerine sımsıkı kapatılmış ateş deposuna konulmak olacaktır.
( Beled Suresi – 90:08-20 )

Yukarıdaki Beled Suresi’nin ayetlerinden de görebileceğiniz üzere, Allah kimseyi, kimsenin kölesi olarak bırakmamıştır. Bunu da gayet güzel bir üslup ile insanların kalbine değecek sözler ile anlatmış-öğütlemiştir. Bir Müslüman, bu ayetleri okuyup, sonra köle edinebilir mi? Nitekim, 1400 yıl önce, Müslüman olanlar kölelerini azat etmiş, hürriyetine kavuşturmuştur.

Ayrıca günümüzde İslamiyet’in var olduğu ülkelerde köleliğin olmaması, bu davanın başarıya ulaştığını gösterir. Kölelik günümüzde devam eden bir durum olsaydı, o zaman Uzay söylediklerinde haklı olabilirdi ama maalesef haksız.


İslamiyet, Cariyeleri Seks Kölesi Olarak mı görüyor?

Çarpıtmaların ardı-arkası kesilmiyor. Uzay hangi kitabı okuyup bu argümanları sunuyor, tespit edebilmiş değilim.

Uzay yazısında;
.:Kadınları cariye (seks kölesi) olarak kullanmanın ve tecavüz etmenin yanlış bir şey olduğunu öğütleyemez miydi?:.
diyor.

Uzay, Kur’an-ı Kerimi bir kere bile okumuş olsaydı, nikahsız ilişkinin günah olduğunu bilirdi. Ancak okumadığından dolayı bu argümanı Kur’an’danmış gibi sunabiliyor. Tecavüz etmenin nerede meşrulaştırdığına dair bir tane ayet kırıntısı dahi gösteremeyeceğine eminim.

Nitekim, ağızı olan konuşuyor misali, kendi çarpık fikirlerini Allah’a atfediyor. Muhtemelen, kendinin özenmiş olduğu Avrupai ülkelerin medeniyetlerindeki kadın-erkek ilişkisini benimsiyor ve uygulanmasını istiyordur.

“Köleliğin Yasaklanmaması” başlığında da gördüğümüz üzere, artık bu durum mevcut değil ve İslamiyet bu konunun da önüne geçmeyi başarmıştır. Çok ücralarda, bir köşede “cariye” kavramını devam ettiren toplumlar bulunsa bile, bu toplumlar “Kur’an-ı Kerim” merkezli hayat sürmüyorlar. Örneğin, Hindistan’da bir kadının 9 kocası olabiliyorken aynı şekilde bir kocanın da 9 karısı olabiliyor. Bunları İslamiyet’e mal etmek doğru olmayacağı gibi aynı zamanda absürttür.

Bununla ilgili olarak, Türk Bilim insanlarımızdan ve ayrıca İslam Felsefecisi olan Caner Taslaman’ın şu güzel videosunu izleyebilirsiniz. (Ayrıca Bkz: Caner Taslaman)

İslamiyet’te Kölelik / Kuran’da Kölelik ve Cariyelik Ayetleri – Caner Taslaman

Zengin Fakir Arasında Denge Kurulması

Uzay’ın yazısındaki en şaşırtıcı argüman bu argüman olsa gerek. Özellikle Türkiye’de yaşadığını düşündüğümde bu argümanı Allah’ın yokluğuna dair sunabilmesi için kör, sağır kısacası insani açıdan tamamen kötürüm olması gerekir.

Bunu şöyle de açıklayayım, Uzay’ın bu argümanının geçerli olabilmesi için şöyle tezlere ihtiyacı var… “işte bakın, Allah yok, o halde fakirlik yok.” yada “aha bakın, Allah var, o yüzden fakirlik var.” veya “bakın Allah’a inanmayanların hepsi zengin” diyebilmeli. Bunu hiçbir suretle diyemez, diyemeyecek… Çünkü fakirlik olgusunun Allah’ın yokluğu ile ilgisi yoktur. Birazdan temellendireceğimiz bu durum, kişinin ve toplumunun becerilerine göre şekillenmektedir.

Ancak bu başlığı irdelemeden önce Allah’ın “sünnetinden” bahsetmemiz gerekir. Sünnet kelimesini daha önce yüzlerce defa duymuşsunuzdur nitekim bu kelimenin anlamı kültürümüzde kullanılan anlamından çok daha derindir. Sünnet kelimesi “yasa, yasama, olmazsa olmaz” gibi anlamlar barındırır.

Allah’ın öteden beri câri olan kanunu budur. Ve sen Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik bulamazsın.
Sünnetellahilletı kad halet min kabl Ve len tecide li sünnetillahi tebdıla.
( Fetih Suresi – 48:23 )

Ayetin Türkçe meali ve Arapça Latin harfleriyle yazılışı yukarıdaki gibidir. Bu ayet, bize Allah’ın, evreni, kainatı, insanları yaratırken belirli başlı kurallar, kanunlar, yasalar ve ölçüler belirlediğini ve bu ölçülerde hiçbir zaman değişiklik olmayacağını anlatmaktadır.

  • Örneğin, bir ağacın büyümesi için gerekli olan şeyler mevcut değilken ağacın büyümemesi gibi. Toprak, hava, su, ağacın tohumu ve bir ağacın büyümesi, oluşabilmesi için gerekli olan her şey daha önceden belirlenmiş bir ölçü üzerinden gerçekleşir. Eğer tüm bunlar varken bile ağaç büyümüyorsa veya tam tersi tüm bunlar yokken bile ağaç büyüyebiliyorsa işte orada Allah’ın daha önceden belirlemiş olduğu bir “imtihan” mevcuttur. Biz günümüzde, ağacın büyümesi için her şeyi yapmamıza rağmen büyümemesine negatif anlamda “imtihan” diyoruz, ağacın büyümesine ise pozitif anlamda “mucize, Allah’ın taktiri” diyoruz.

Zenginliği ve fakirliği de bu minvalde inceleyeceğiz… Ancak bunu yaparken “Kur’an zaten fakirliği önlemek için şu ayetleri göndermiştir” demeyeceğiz şimdilik. Çünkü Uzay’ın bahsettiği durum bundan çok “neden herkesi eşit zenginlikte yaratmadı” durumudur. Ancak burada da herkesin eşit şekilde doğduğunu yine unutmaktadır. Unutmayınız ki, fakirliğe de, kötülüğe de bilgisizlik neden olur…

İmtihan ve Mucize kavramlarına az önce ve değindiğimize göre şimdi Allah’ın Kur’an-ı Kerim’deki ilk emrini hatırlayalım… hani şu “Alemlerin yaratıcısı olan Rabbinin adıyla oku.” ayetini. İlk inen ayetin “oku” olması manidar şekilde şaşırtıcıdır. Çünkü, çocuklarını diri-diri gömen bir topluluğa kitap göndermenin hiçbir mantığı yok gibi görünüyor ilk başta… oysa bu böyle değil, aksine çok ince ve nazik bir çizgidir. Cahilliğin ve bilgisizliğin sadece “okuyarak” giderilebileceğine şuanda adımız kadar eminiz. Okuyun, okuyun ki, çocuklarınızı diri-diri gömmenin ne cahilce bir iş olduğunu öğrenin… Kur’an-ı Kerim’in bu ayette “oku” kelimesinin Arapça karşılığı “kıraat et” kelimesidir. Kıraat kelimesini günümüzde çeşitli yerlerde kullanıyoruz, “Kıraathane” gibi mesela, yani “okuma evi”… Ancak “Kıraat” kelimesi, gözün okumasından çok, “sorgulayarak, akıl çalıştırarak okumak” demektir. Kısacası, bu ayeti “etrafındakilere bakıp, gördüklerini aklet, bir bak” şeklinde anlarsak hiçbir yanlış yapmış olamayız. Çünkü biz insanlar her nedense okumak kavramını sadece yazılı metinlere uyguluyoruz. Oysa teknik olarak harfleri, rakamları görüyor ve onların içerdiği anlamları akıl süzgecimizden geçirerek bir şeyler elde ediyoruz. Bunu “kurbağa deneyinde de yapıyoruz” aslında. Kurbağanın içine baktığımızda bir nevi onu okuyor, ne olduğunu anlamaya çalışıyoruz.

Okuyup anlam verebilmemiz için daha önceden okuyabilmemize yarayan şeyleri de “biliyor” olmamız gereklidir. Örneğin siz bu yazıyı okurken, Türkçeyi, Latin Harflerini, nokta ve virgülün ne işe yaradığını, vurgulamaları daha önceden biliyordunuz ki bu yazıyı okuyup anlamlar çıkarıyorsunuz. Yazıyı yazan Türkçeyi iyi biliyorsa, ortaya çıkan eser o denli anlamlı, o denli manidar olacaktır… Yazıyı okuyan, yazıyı yazandan daha az Türkçeye hakim ise, ona göre de anlamsız, değersiz bir eser ortaya çıkartıyor veya yanlış anlamlar yüklüyor olacaktır. Yani en ufak bir metinin bile asgari değerde anlaşılabilir olması, hem yazıyı yazanın, hem de okuyanın “bilgisine” kalıyor.

Bu durumda, zenginlik ve fakirliğin nedenlerine baktığımızda, fakirlerin büyük çoğunluğunun bu anlamda kendini geliştiremediğini görürsünüz. Sadece bireysel değil, eğitimsel anlamda fakir olan toplumlara şöyle bir uzaktan baktığınızda onların eğitimsiz veya cahil kimseler olduğunu görürsünüz.

Bir işyerinde bile, hiyerarşik olarak müdür, kalfa, usta gibi kişinin bilgi ve beceresine göre konumlandırmalar görebilirsiniz ve ona göre de ücretleri belirlenir. Yani kim ne kadar çok “biliyorsa” geliri de ona göre değişmektedir.

Bu duruma göre, “Kur’an-ı Kerim Allah’ın kitabı olmadığını varsayacak olursak, ki Uzay’a göre Muhammed’in kitabı olmuş oluyor… Uzay’ın da argümanının doğru olduğunu varsayacak olursak, Kur’an’da; okumayın, etrafınızdakileri sorgulamayın, göklere bakmayın, dünya düzdür, güneşin etrafında bir yörüngede değildir, yeryüzünü imar etmeyin, denizlere baksanız da elinize bir şey geçmeyecek” demesi gerekirdi.

İşte Uzay’ın buna itirazı “o halde neden herkesi aynı zeka seviyesinde yaratmadı” şeklindedir. Ancak bu yersiz bir iddiadır. Çünkü Allah hiç kimseyi beyinsiz yaratmamıştır ve işte bu az önce örnek olarak verdiğimiz “Allah’ın nizamında hiçbir değişiklik göremezsin” kanununa dayanmaktadır. Bu insanların, toplumların nesillerini yetiştirmesine göre de değişir. Son yıllarda bilimsel olarak tespit edebildiğimiz kadarıyla, beynimizde en az kullandığımız bölümler körelmektedir. Ancak o insanların çocuklarında doğuştan bir körelme mevcut değildir. Yine, görme yetisini kaybeden kişilerin işitme yetilerini daha sık kullandığında geliştirebilmesi gibi…

İşte durum, yaratılışın aslında başında aynı, sonrasında değişken olduğunu gösteriyor. Ki biz de çocuklarımız, evlatlarımız için günümüzde en iyisini elde edebilmek için en iyi eğitim kurumlarını, en iyi bölümleri tercih etmesini istiyoruz ve bunun için elimizden geleni yapıyoruz. Şükürler olsun ki ailemiz “cahiliye araplarındaki” gibi bizi diri-diri toprağa gömmemiş… Çünkü ailenin cahilliği, bir sonraki nesle aktarılıp, “cahilliğin” devam etmesini sağlayacaktı. Aslında Allah “diri-diri çocuk gömmenin önüne geçerek” bizleri bir adım daha ileriye götürmüştür. Ancak bunu anlayabilmek için elbette sağlam akıllar, sağlam okumalar yapmamız gerekmektedir.

Bugün “fakir” diye nitelendirdiğimiz insanlara şöyle bir baktığımızda, az öncede söylediğimiz gibi “bilgisizliği” net bir şekilde görebilirsiniz. Fakir olmamak için çalışmalı ve çalışırken de aklımızı, zihnimizi, mantığımızı kısacası tüm beyin özelliklerimizi kullanmamız gerekir.

Peki buna rağmen fakir olan insanlar varsa ne olacak? Yukarı yaptığımız eleştirilerin hiçbirine dahil olmayan insanlar varsa ve onların durumu hala fakir ise bu anlamlar bizi nereye götürecek? Tabi ki varacağımız yer “imtihan” olacaktır. Her şeyi yapmanıza rağmen başarısız oluyorsanız onda Allah’ın sizin için bir taktiri vardır. Zaten imtihan sistemi bu şekilde çalışır, eğer böyle değilse imtihan olamaz.

  • Örneğin, çok istediğiniz ancak sahip olamadığınız veya kavuşamadığınız bir başarı olsun… Bunun için üzülür, isyan eder durumdayken, karşınıza daha iyi bir başarı veya sahiplik çıkar ve siz “iyi ki bu şekilde oldu” dersiniz… Ama bu durum yine de sizin seçimlerinize doğrudan bağlıdır. “İyi ki bu şekilde oldu” dediğiniz seçeneği seçmezseniz durum yine sizin “bilgi seviyenize” kalmış oluyor.

Bu yazının başında şöyle bir ayet bulunuyordu “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Bu söz, bir önceki paragrafı çok güzel şekilde özetler durumda.

O halde, fakirlik toplumların, insanların suçudur. Toprağa, doğa kanunları nezdinde ne ekerseniz onu biçersiniz. Günümüzde insanların geçimini sağlayabilmek için türlü-türlü işlerde, saatlerce mesai harcadığını görebiliriz. Bunların hepsini, kendisinin veya ailesinin karnını doyurmak için yapmaktadır. Oysa aynı emeği, mesaiyi toprağa harcasa, kimsenin eline bakmak zorunda kalmayacak, sadece Allah’a verdiği nimetler için şükretmek görevleri olacak.

Ve ayrıca, günümüzde şu örneklere de, “Afrika’nın göbeğinde, çölün ortasında doğdu, bulduğu bir kitapla okumaya heveslendi, şöyle şöyle çabalayarak üniversiteye gitti, şimdi ise x firmanın CEO’su oldu.” rastlamaktayız. Ve bu örnekleri gördüğümüzde “vay be, adam neler başarmış” diyoruz, oysa bu başarının ardında “Allah’ın bizatihi ölçüsünün kendisi bulunuyor.” Bu başarıyı elde eden kişinin, bu başarıyı elde etmesinin arkasında sadece “bilgi” yatmaktadır. Tıpkı ağaç örneğinde olduğu ve tıpkı okumak örneğinde olduğu gibi.

Siz, hırsız insanlar, ahlak bakımından herhangi bir ölçüsü olmayan insanlar yetiştirirseniz, o insanlar başka insanların hakkına tecavüz ettiğinin farkında bile olmayacak ve fakirlik gün geçtikçe çığ gibi büyüyecek, sonunda önüne geçilemez bir hal alacaktır. Oysa Allah bizi, bunun önüne geçmek için öğütlemiştir. Kur’an-ı Kerim, bireysel olduğu kadar da toplumsaldır… Okumalarımızı bu şekilde yapmamız gerekir.

Kur’an-ı Kerim bize neleri öğütlüyor, onları da bir bilelim.

  • Gücünüz yettiğince zekat verin.
  • Akrabaya yardım edin.
  • Zenginlerin malında fakirlerin hakkı vardır.
  • O insanlar ki iyilik yapmakta birbiriyle yarışırlar.
  • Fakirleri doyurun.
  • Yetimlerin hakkını yemeyin.
  • Okuma yazma bilmeyenleri kandırmayın, yanlış ölçüp tartmayın.
  • Yolda kalmışa, ihtiyaç sahibine yardım edin ama malınızı saçıp, savurmayın.
  • Kurban kestiğinizde sizden istemeye çekinene de, açık açık isteyene de o etlerden yedirin.
  • Sakın sizden yardım isteyenleri tersleyip, azarlamayın! Onlarla nazik konuşun…
  • Boşandığınız eşlerinize de yardım edin. Bir zaman siz onlarla birbirinize katılıp-karılmıştınız.
  • Himayeniz altındaki yetimlerini akıllarını test edin, malını koruyup kollayacak olgunluğa eriştiklerinde onlara mallarını teslim edin ve adaletten yüz çevirmeyin.

Allah’ın yoksullara ve ihtiyaç sahiplerine nasıl davranacağımızı da öğütlediği şu ayetleri görmezden gelmek bir akılsızın işidir. “Sizden yardım isteyenleri azarlamayın onlarla nazik konuşun” diyen bir Allah, zengin ve fakirin arasında denge kurmuştur. Bunun gibi yüzlerce hem edebi açıdan hem de anlam açısından mükemmel hitaplar mevcuttur. Artık isteyen bundan yüz çevirir, istemeyen ona döner. Çünkü bu dünya bir imtihan yeridir.


Sömürüler Günah İlan Edilemez miydi?

Modern bir kölenin dilinden özellikle bu “sömürgelerin günah ilan edilemez miydi?” isyanını duymak oldukça şaşırtıcı ancak elbette maksat burada sömürgelerin kendisi değil, sadece dilinden savurduğu öylesine şeyler bunlar… Hani sırf konuşabildiği için konuşanlar gibi. Yaşanan her kötülüğün, her düzensizliğin, her bireysel/toplumsal adaletsizliğin, Allah’a ve Kur’an-ı Kerim’e atfedilmesinin altında başka bir “düşünce tarzı” aranamaz.

İslamiyet, Müslümanlar arasında “sömürge” durumunu yasaklamış, bununla kalmamış, Müslüman olmayanların sömürülmesini de ayrıca yasaklamıştır. Hatta Müslüman olmayanların haklarının geçmesi, bir Müslümanın hakkının geçmesinden daha ağır günahtır.

“Zengin ve Fakir Arasında Denge Kurulması” başlığında da belirttiğimiz üzere, günümüzde “bilgisiz insanlar, kandırılmaya ve ezilmeye” mahkumdurlar. Bu durum sadece günümüze mahsus değildir, 1400 yıl öncesi ve ondan da öncesi için insanlar birbirini çeşitli hisleri nedeniyle ezmekte, aşağılamaktadır. “Kıskançlık, haset, kin, nefret ve daha nice duygular” bunlara neden olmakta. Bu duyguların “beynimizdeki kimyasal reaksiyonlardan” kaynaklandığını düşünürsek eğer, bildiklerimizle doğru orantıda bunun önüne geçebilir veya geçemeyiz.

  • Örneğin, bir durum karşısında “soğukkanlı” dediğimiz, olaya karşı donukluğuna, hareketsizliğine hayret ettiğimiz kişiler vardır. Bu kişi/kişiler, bu durum/durumlarla daha önceden defalarca karşılaştığı için artık onun için sıradan ve normaldir. Bu “normallik” kişinin bilgilerini, bilgileri ise tecrübelerini tetiklemesinden ve davranışlarını ona şekillendirmesinden kaynaklanmaktadır.

Yukarıda verdiğimiz örnekten yola çıkarak, “kin, kıskançlık, haset, nefret ve diğer duygularını” kullanmayı bilmeyenlerin yaptığı davranışlardan dolayı Allah’ı sorumlu tutmak, akıl ve mantık dışıdır. Öyle ki, sömüren kişinin ahlaki değerleri sömürüye elverişli durumdaysa ve bu sömürü durumu onun için çok normal ise yapacak bir şey yok, sömürülen tarafın bilgisi sömürüldüğünün farkında değilse buna da yapacak bir şey yok.

Burada devreye kişinin “Ahlakı” girmektedir. Zaten “ahlak” olgusunu ortadan kaldırırsak, her şey mubah/serbest olmuş oluyor. İşte Kur’an-ı Kerim bunu ortadan kaldırmak için geldi ya zaten… ve zaten bunu yapanlar Kur’an’a inanmıyorlar ya hani, ondan olabilir mi acaba? İnananlar veya inanmayanlar “ahlak” olgusunu ortadan kaldırırlarsa, hırsızlık, sömürü, yalan “günah” olmadığından dolayı zaten “yapılmaması” için engelini de kaldırmış olurlar. Engel olmazsa, her şey serbest olur…

Kur’an-ı Kerim’in bu duruma karşı tavrı çok kesin ve keskindir. Bir zaman Yahudiler, “Bizden (bizim dinimizden) olmayanlara, cahillere karşı yaptıklarımızdan dolayı sorgulanmamız söz konusu değildir.” dediler. Yani, aynı dine mensup olmayan kimselerin kandırılmasının nedenini onların inançsızlığına atfettiler ve bunun günah olmadığını iddia ettiler. Bu durum üzere aşağıdaki ayet gelmiş oldu.

Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki kendisine yüklerle altın emanet bıraksan onları sana öder. Ama öylesi de vardır ki, bir altın bile versen başında dikilip durmadıkça onu sana geri vermez. Bunun sebebi, onların: “Ümmîler hakkında ne yaparsak mübahtır, ondan dolayı sorumlu olmayız.” demeleridir. Onlar bile bile, Allah hakkında yalan uydururlar.
( Âl-i İmran Suresi – 03:75 )

Yukarıdaki ayette yer alan “Ümmîler” kelimesi, okuma/yazma bilmeyen kişiler anlamında değil, “Ehl-i Kitap” olmayanlar anlamında kullanılmıştır, “Ehl-i Kitap” ise, Yahudi, Musevi olmayanlar için kullanılır.

Yukarıdaki ayetin son cümlesinde “Onlar bile bile, Allah hakkında yalan uydururlar.” demesi, bu durumun böyle olmadığını açık-açık göstermektedir.

Yazının başından beri Uzay’ı eleştiriyor ve çeşitli yaftalamalarda bulunuyorum. Çünkü, bunun böyle olmadığını kendisi de bal gibi biliyor. Bile bile bunları söylemesi gerçekten tuhaf. Bu düşüncelere sahip kişiler, Kur’an-ı Kerim’i bir kere dahi okumuş ve vicdanlı/doğrucu kişiler olsalar bunu argüman olarak sunmaktan utanır/çekinirler. Nitekim, bu tarz argümanların hepsini Kur’an-ı Kerim örneklendirmiş, dile getirmiştir yani boşuna “martaval” okumamak gerek.


Tanrı Pedofili midir?

Şu dakikadan itibaren bu yazıyı yazmaya güç bulamıyorum ve bırakmamak için Rabb’imden sabır dileniyorum. Çünkü bu “zehirli zihne” neyi sokarsanız zehirlenecektir. Bir takım insanların ve yine o insanların kendilerine Müslüman demesi, Allah’ın bunu emrettiği anlamına gelmez Uzay’cığım…

Muhammed Peygamberin gönderilmesinin sebebi, o devirde yaşayan insanların bunları yapmasıydı zaten. Oradaki insanlar cahil ve acımasız insanlardı… Ama Uzay daha acımasız… Çünkü Kur’an-ı Kerim’in 6236 ayetinden bir tane bile “Çocuk istismarına dair belge/delil getiremez.” Ama buna rağmen insanlara yanlış bilgi vermekten hiç çekinmez. Zaten yazısında hiç delil yok, söylemiş geçmiş ama insanlar bunu varmış gibi sorgulamadan kabul etmiş. İşte Allah’ın, “Sakın, şeytan sizi Allah ile kandırmasın” ayeti bir kere daha vuku buldu ve şeytan sizleri, siz farkında olmadan kandırdı.

Uzay’ın bundan kastı, sanırım 9 yaşında evlendirilen kız çocuğu konusu. Eğer öyleyse, yine bilgisizliğin dibine vurmuş demektir.

Dünyada, çeşit çeşit insanlar, çeşit çeşit insanların kültürleri ve dilleri vardır. Bunu zaten biliyorsunuz ama şunun için söylüyorum; Arap toplumu, kadınları ikinci sınıf insan sayıyorlardı. Bundan dolayı, regl olana kadar yani erişkinliğe varana kadar onlar için herhangi bir anlam ifade etmiyorlardı. Ne zaman ki regl olurlar, ondan itibaren 1 yaşında, 2 yaşında diye saymaya başlıyorlardı. Yani, bir kız çocuğu erginliğe 12 yaşında girdiyse ve o kız çocuğuna 9 yaşında diyorlarsa, 12 + 9 = 21 yaşında demek oluyordu. Çünkü, manyaklık ve delilik parayla değildi ve yasakta değildi, onlar da istedikleri gibi davranıyorlardı. Sonra Hz.Muhammed Peygamber olarak gönderildi ve bunların hepsini kaldırdı.

Öyle ki, Kur’an-ı Kerim’in gönderildiği bu insanlar “bilim-ilim” düşkünü insanlar değillerdi. Aksine, sapıtmış-yoldan çıkmış kimselerdi. Kendi kızlarını diri-diri gömen bir toplumdan 9 yaşında bir kızla evlenmesi de beklenebilir ve o topluma göre abes kaçmaz.

Şunu biliyorum, Arapça bir metin gördüğünüzde Kur’an zanneden insanlarsınız, her Arap insanı da “Müslüman”… Arap + Müslüman gördüğünüzde onun yaptıklarını da “İslamiyet” sanıyorsunuz.

Uzay bu argümanları İslamiyet’e, Allah’a atfediyor ama gerçek onun dediği gibi değil. Bakalım Kur’an-ı Kerim bunu nasıl yasaklıyor…

Onlardan birine bir kızının dünyaya geldiği müjdelenince, öfkesinden ve üzüntüsünden, yüzü mosmor kesilir. Müjdelendiği bu kötü haberin etkisiyle utanıp eşinden dostundan saklanmaya çalışır. Şimdi ne yapsın: Hor, hakir, itilip kakılan bir bela olarak onu hayatta mı bıraksın, yoksa toprağa mı gömsün, ne yapsın? diye kara kara düşünür! Dikkat ediniz, ne fena hükümlerdi verdikleri bu hükümler!
( Nahl Suresi – 16:58-59 )

Yukarıdaki ayetten yola çıkarak o dönemde yaşayan insanların akıllarının ne denli bozuk çalıştığını görebilirsiniz. Bu durumda, bu toplumdan evlilik yaşıyla ilgili bir hassasiyet beklemek yanlış olacaktır. Bunu Allah’a mâl etmekte öyle…

  • Örneğin, günümüzde dünyanın çeşitli ülkelerinde/kültürlerinde “erkeklerin dudaktan dudağa öpüştüklerini” görüyor ve hayret ediyoruz. Bu durum bizim tarafımızdan ayıplanırken, o toplumda gayet normal karşılanıyor ve uygulanmaya devam ediliyor. Kısacası bu kültürden kültüre değişiklik gösteren toplumsal bir olgudur.

Arap toplumunda “hâlâ” kadınların gördüğü değere şöyle bir uzaktan bakarsanız, “İnsan Hakları, Vicdan” gibi terazilere koyduğunuzda terazinin orantısız güç nedeniyle kırıldığını görürsünüz. Şimdi böyle bir toplumun yaptığından Allah’ı sorumlu tutmak ne kadar akıllıcadır?

Kur’an-ı Kerim bu tip bir meselede de elbette sessiz kalmamıştır. Evlilik yaşı olarak “akıl olgunluğu” sınırını koymuştur. Bu akıl olgunluğu “alışveriş yapabilecek” çağdır. Alışveriş yapabilecek çağ için, o kişinin, çarşıda, pazarda kandırılmadan alışverişini yapıp evine dönmesidir.

Alışveriş Yapabilecek Akıl Olgunluğunu biraz açacak olursak, o kişinin matematik bilmesi gibi, eşyaya değerinden fazla ödeme yapamaması gibi, iyi veya kötü arasında seçim yapması gibi, terazi mekanizmasını kullanabilecek bir akıl olgunluğuna gelmesi gerektiğini görürüz.

Ayrıca, İslamiyet’te “evlilik” konusu karşılıklıdır. Eğer bir kadın, kendisini isteyen birini istemiyorsa evlenmek zorunda değildir. Eğer bir kadın boşanmak istiyorsa, boşanmakta özgürdür. Yani İslamiyet’te erkek ne kadar özgürse, kadın da o kadar özgürdür.

Kendi kültürünüzün etkisinde kalarak yaptığınız teraziler maalesef hatalı ve eksik ölçüp, tartmaktadır. İslamiyet’e göre fiziksel yaş herhangi bir anlam ifade etmemektedir. Sizin bugün, erkek açısından baktığınız durum, bir kadın tarafından bakıldığında da problem gibi görünmektedir. Örneğin, Hz.Muhammed’in ilk eşi kendisinden 15 yaş büyüktür. Hz.Muhammed 25 yaşındayken 40 yaşındaki Hatice ile evlenmiştir.

Günümüzde böyle bir evliliğe toplumsal olarak yanlış ve hatalı bakılmaktadır. Yani kadının yaşı 40, erkeğin yaşı 25 olduğunda, Türkiye’de bu durum çok görmediğimiz bir durum olduğundan ayıplanabilir bir çerçevededir. Oysa kadının kendisinden genç bir erkekle evlenmesinde hiçbir mahsur yoktur. Erkeğin de aynı şekilde.

Allah ve İslamiyet Dini, kişinin fiziksel görüntüsüne, yaşına bakmaz. İslamiyet kişinin bilgi seviyesine, olgunluğuna, doğruluğuna ve vicdanına ve ayrıca en önemlisi olan “takvasına” bakar. Bu nedenle Kur’an-ı Kerim’de bu tarz durumlar için 18 yaşında, 20 yaşında gibi rakamlar yoktur onun yerine “akıl olgunluğu” gibi daha kesin bir hüküm vardır.

15 yaşındaki bir kız veya erkek çocuğunun bu yaşlarda evlenmesinin toplumumuzda abes olmasının nedeni hatalı karar verebiliyor olmalarıdır. İşte bu nedenden dolayı “akıl olgunluğu” fiziksel yaştan daha önemli bir kriterdir İslamiyet için.

Ayrıca, sizin “yaş” dediğiniz olgu, dünyanın güneşin etrafında 1 turunu tamamlanmasıyla ilgilidir. Gerçekte İslamiyet’in böyle bir hesap mekanizması yoktur. Hani, kaç yaşındasın sorusu sorulduğunda “Hissettiğim yaştayım” cevabını aldığınızdaki bilinç vardır İslamiyet’te.

Eğer, Uzay’ın dediği gibi olsaydı, bu durumda 20 yaşında bile olsa “akıl olgunluğuna” ulaşmamış kişilerin evliliklerinden “kendileri sorumlu sorumlu tutulamazdı.” Böylece kişinin tercihinin yaş gibi insanların belirlemiş olduğu bir kritere takılır, özgür iradesince “seçimine” bağlı bırakılamazdı.

Çünkü Allah için insanlar ikinci el değildir!
(Boşanmış bir insan Uzay gibi zihniyetlerce “dul” sayılıyor.)

Evlilikle ilgili olarak Uzay’ın bahsetmediği ve ateist güruhlarca argüman olarak sunulan başka bir konu daha vardır. Uzay’ın bundan bahsetmemesi ayrıca şaşırtıcıdır, oysa bu argümana sımsıkı sarılması gerekiyordu… Belki de bu argüman işine gelmemiştir.

Hz.Muhammed’in evlatlık oğlu olan Zeyd’in boşandığı kadınla Hz.Muhammed’in evlenmesi konusu… Zeyd’in karısı Hz.Muhammed’e gelip, Zeyd’ten boşanmak istediğini belirtiyor. Hz.Muhammed ise evliliğine devam etmesini söylüyor ve bu durum 3 defa tekrarlıyor. Daha sonra Allah’tan ayet gelip, kadının isteğinin neden dikkate alınmadığı soruluyor… Bu durumdan dolayı Hz.Muhammed’e cezai bir yaptırım olarak evlatlık oğlunun karısıyla evlenmesi emrediliyor. Hani şu Kur’an-ı kendi çıkarları doğrultusunda kendi elleriyle yazdığı öne sürülen Hz.Muhammed var ya, Arap toplumunca adeta taşlanarak öldürülmesi gereken ayıp bir işi yapıyor.

Ancak İslamiyet’e ve Allah’a göre insanlar böyle varlıklar değillerdir. Bize göre abes kaçan bu durum, İslamiyet açısından yanlış değildir. Çünkü Zeyd peygamberimin öz oğlu değildir, Zeyd’in eski karısı da Hz.Muhammed’in öz kızı değildir. İslamiyet’e göre bu kişiler birbirinden nesep anlamında birbirinden farklı kişilerdir.

Bu bölümü şöyle kısaca özetlemek istersek, Allah’ın kişilerin yaşlarıyla ilgili bir problemi bir derdi yoktur, İslamiyet’in de öyle. Allah için kişinin “takvası” önemlidir. Bu tamamen insanların kültürlerindeki uygulamalarını, başka insanların kendi kültürünce yanlış bulmalarından kaynaklanmaktadır. Uzay’a ve bana abes olan bu durum, Arap toplumunda normal karşılanıyordu. Bizim kültürümüzde kadın özgürce sokağa çıkabilir ve alışveriş yapabilirken, bu durum Arap toplumunda abes karşılanabiliyor.


Domuz Etinin Yasaklanması

Uzay yazısında;
.:Ama bahsi geçen tanrı domuz eti yemeyi affedilmez saydı!:.
diyor.

Günümüzde birçok hayvanın etinin yenmesi sağlık açısından da mümkün değil. Ancak Allah’ın yokluğunu kanıtlamak için sığınılan argümanların bu ve bu gibi şeyler olmasını “çok mantıklı” buluyorum desem, bana “delisin” demeniz kadar yerli olur bu argümanla Allah’ın yokluğunu ispatlamak.

Bahsi geçen ayet Bakara Suresinin 173’üncü ayetidir ve ayetin metni aşağıdaki gibidir.

O size leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kıldı. Kim mecbur kalırsa başkasının hakkına tecavüz etmemek ve zaruret miktarını geçmemek şartıyla bunlardan yemesinde günah yoktur. Allah gafurdur, rahimdir.
( Bakara Suresi – 02:173 )

Uzay’ın belirttiği ayet sadece domuz eti için inmemiştir, Allah’ın ismi anılmadan kesilen hayvanların eti de haram kılınmıştır. Bununla beraber Kur’an’da birkaç yerde daha domuza atfen aşağıdaki gibi ayetler gelmiştir.

Allah size sadece leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kıldı. Ama kim çaresiz kalırsa zaruret miktarını aşmayarak ve başkasının hakkına da tecavüz etmeyerek, haram kılınan şeyden yerse bunda günah yoktur. Şüphesiz Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.
( Nahl Suresi – 16:115 )

Ve birkaç ayette daha benzer ifadeler geçmektedir. Adına bu kadar ayet gelen bu hayvanın etinin neden yasak olduğu konusuna değinmeden önce her ne kadar Tevrat’ın artık bozulmuş olduğunu kabul etsek de bazı yerlerinde hala orijinal metinler yer almaktadır (Kur’an ile çelişmeyen ayetler). Aşağıda belirtilen Tevrat ayetinde de domuz etinin doğrudan yasaklandığı görebiliriz. Kur’an-ı Kerim’de neden yasaklandığına dair bir açıklama mevcut değilken, Tevrat’ta “geviş getirmediği” belirtilmektedir.

Ve domuz… çünkü tırnaklıdır, fakat geviş getirmez. O size murdardır, bunların etinden yemeyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız.
( Tevrat – Tesniye Bab-14/8 )

Eğer bilgiye kıymet verenler için bir delil niteliği sayılacaksa bilimsel araştırmalardan öğrenildiği kadarıyla “Domuz Eti” diğer etlere göre zararlı bir et türüdür. Kur’an-ı Kerim’de, doğrudan bilimselliğine atıf herhangi bir ayet bulunmaz ancak “pis” olduğu ve bazı insanlardan bahsederken “domuz gibi” dediği yerler de vardır. Bu benzetme “maymun iştahlı” benzetmesinin farklı bir versiyonudur.

İnternet üzerinde araştırmalar yaptığınızda birçok rivayete denk gelebilirsiniz ancak bunların inanılabilirliği sorgulanabilir. Bu nedenle konuya bilimsel devam edeceğiz.

  • Domuz eti, sığır etleri gibi değildir. Sığırlarda ve develerde 1’den fazla mide bulunur ve geviş getirdiği için sindirimi 12 saat sürer. Bu 12 saatlik sindirim, hayvanın yemiş olduğu gıdalardaki toksinleri/zararlı maddeleri dışkı yoluyla atmasına neden olur.
  • Domuz, diğer hayvanlar gibi sadece etçil yada sadece otçul değildir. Yenebilir olan hemen hemen her şeyi yemektedir. Bu nedenle sindirim sistemi çok hızlı çalışır ve 4 saatte bir dışkılar… bu süre toksinlerin atılması için yeterli bir süre değildir ve dolayısı ile yediği besinlerin içindeki maddeler doğrudan kanına karışır… Örneğin, hastalıklı bir tavuğu yediğinde sindirim sistemi bu hastalıkla savaşmaz, hastalığa neden olan hücreleri doğrudan kanına taşır ve domuz da aynı hastalığa yakalanır. Domuzu yiyenlerde aynı şekilde bu hastalığa yakalanırlar.
  • Domuz, ölmüş olan kendi yavrusunu bile yer. Hatta aç kaldığında kendi yavrularını öldürüp yediği gözlemlenmiştir.
  • Domuz etinin içindeki maddeler insan vücuduna uzun süreçte zarar verir. Örneğin domuz eti içinde kükürt miktarı yüksek olduğu için eklemlerde iltihaplanmalara neden olur.
  • Domuzlar kendi dışkılarını bile yer. Dolayısı ile sindirim sistemi sürekli ishal olarak çalışır. Bu nedenle domuzların ahırlarında daima bataklık minvalinde pislik olur. Sindirim sistemi geviş getiren hayvanlara nazaran daha az çalıştığı için ilk defa yediğinde toksinleri atmış olsa bile kendi dışkısını tekrar yediğinde o toksinlere tekrar maruz kalır.
  • Domuz, herhangi bir hayvanın leşini bile yer. Örneğin zehirli bir yılanı yediğinde sindirim sistemi yani bağışıklık sistemi o hayvanın zehrine karşı koyabiliyorsa domuz yaşamaya devam eder.
  • Domuz etini uzun süre boyunca tüketenlerde “kanser hastalığına” daha sık rastlanmaktadır.
  • Domuzların gelişim hormonları çok hızlıdır ve bu nedenle diğer hayvanlardan daha hızlı büyürler ve daha fazla yavrularlar. Domuz etini yiyen kişilerin de bu hormona bağlı olarak vücutlarında orantısız büyüyen uzuvlarına rastlanmıştır.

    Ve bunlar gibi birçok negatif tarafını araştırırsanız sizde bulabilirsiniz. Bazı İslam magandaları “cihat mantığı” ile konuyu abartmış ve gerçek olmayan bazı şeyler üretmiş. Bazı İslam düşmanları da aynı şekilde “yararları var” diye bir şeyler üretmiş ancak her iki tarafın da üstün gelme çabası olduğu aşikar ortada.

Bilimin bize söylediği kadarıyla Allah’ın “domuzu haram kılmasındaki” nedenler bunlar olabilir. Elbette kesin bilgi yine Allah katındadır.

Bazı ateistler “O halde domuz bu kadar zararlıysa Allah domuzu neden yarattı?” diye daha önce fikir alışverişi yaptığımız ortamlarda sorular almıştım. Bu soruyu sorabilirsiniz ihtimaliyle; Doğada her canlının görevi ayrıdır… Domuzlar tabiri caizse “doğanın çöp kutuları” gibidirler. Önüne gelen hemen hemen her şeyi yediği için Allah onları doğayı temizleme amacıyla yaratmış olabilir. Hatta domuzun olmadığı bazı yerler de bitki örtüsünün kirlilikten dolayı yok olduğu, diğer canlıların, leş ve benzeri pisliklerin oluşturduğu kirlilikten dolayı öldüğü gözlemlenmiştir. Hatta Amerika’da bir yasa ise “domuzlara çöp kamyonu” muamelesi yapılmış ve sokaklarda gezdirilmiştir ancak dışkılarındaki mikroplardan dolayı insanların hasta olmaları ve ölmelerinden dolayı yasa geri çekilmiştir.

EK ÖNEMLİ BİLGİ
İnsanlar, etraflarına belli bir miktarda frekanslar yayar. Bunun geleneksel adı “aura” dediğimiz ve yüzyıllardır üzerinde çeşitli çalışmalar yapılan ve bazen kötüye de kullanılan enerji yayımıdır. Hani şu “negatif enerjini alıyorum, pozitif enerji veriyorum” diyenlerin suistmal ettiği özelliğimiz. Günümüzde bu çeşitli EGGQ cihazlarıyla beynimizdeki frekansları ölçümlediğimiz, hastalıklarımızı keşfettiğimiz, önemler almamızı sağlayan yöntemdir. Bu yöntem ile insanları isteği dışında hareket ettirebilir, yapmak istemediklerini yaptırabilirsiniz de aynı zamanda. Elbette bu insanın rezonans değerine göre değişiklik göstermektedir. Çünkü insan bedeni rezonans değerleri ne olursa olsun hissedebilir ancak 20 ila 20.000 Hertz arasındakileri duyumsayabilir sadece.

İnsan vücudunda bu rezonans değerlerinin değişiklik göstermesine en büyük etken yediği gıdalardır. İçtiğiniz su bile buna doğrudan etki eder. Bazen hastaneye ölçüm yaptırmaya gittiğinizde, size “aç gelmeniz” söylenir, çünkü vücuda ne kadar az veri girerse rezonans değeri o kadar geniş olur ve yapılan ölçümler o kadar doğru çıkar.

Ölçüm yapılması için beyinden frekans alındığı gibi, frekans gönderdiğinizde de beyniniz buna tepkisiz kalmaz. Örneğin, felç olan hastalarda beyin sinyallerini harici bir cihaza aktarıp, harici cihaz yardımıyla uzuvlarını tekrar kullanmasına olanak sağlandı. Elbette bunun sağlanması için rezonans değerlerine doğru kodlanması gerekmektedir. Bu kodlama için en elverişli olan gen ise Domuz Etinde yer almaktadır. Örneğin aşağıdaki habere göre, vücut uzuvlarını kaybeden Amerikan Askerleri üzerinde yaptıkları deneysel çalışmalar sonuç vermiş ancak bu insanların rezonans değerlerini yükseltmiştir. Bu da kişinin beyinsel aktivelerinin maruz kaldığı frekanslara ayrıca tepkili olmasına neden olmuştur.

Şimdi tüm bu bilgilerimi harmanladığımda, Allah, Domuz Etini yasaklayarak bu tarz beyinsel problemlerin de önüne geçmesini anlamlandırabiliyorum. Elbette bunu uygulamak veya uygulamamak yine biz insanlara kalıyor.

Domuzun vücudundaki “hızlı büyüme hormonu” öyle etkilidir ki, Amerika’da bir araştırma merkezi, yaralı veya uzuvlarını kaybeden askerlere/hastalara “domuz kemiğindeki etkin maddeyi” insan vücuduna naklederek kişinin yeni uzuv üretmesi sağlanmıştır. Ancak daha sonra bu maddenin yoğun kullanıldığı insanlar da rezonans değerlerinin yükselmesiyle farklı frekanslara farklı tepkiler verdiği tespit edilmiştir.

Daily Mail- Isaias Hernandez U.S. soldier ‘re-grows leg’ after pioneering injection of pig bladder hormone. Ayrıca Bkz: Discovery Science – Isais Hernandez

Yukarıdaki bilgiyi, yine yukarıdaki ayette geçen “zaruret miktarınca” ifadesinden dolayı belirttim. Belki domuzu yemek haram kılınmış olabilir ancak zaruret zamanlarında “ölümden döndürecek kadar yemekte” İslamiyet herhangi bir sakınca görmez. Ayrıca bu ayetin böyle bir inceliği de sahip olması yobaz din alimlerinin önünü kapatabilir ve tedavi açısından insanların hayatlarına kaldıkları yerden devam etmesine veya umulmaz bir hastalıktan çare bulmalarına ışık tutabilir. Elbette bu bir yorumdur ve en doğrusunu her zaman Allah bilir.

Bu bölümü kısaca özetlemek gerekirse, “domuzun haram olma” meselesi, inanan insanlar için geçerlidir. İnanmayan insanlar yiyor ve yemeye devam ediyor. Bu bir seçim meselesidir, “Hz.Adem ve Havva’da Elmayı yemişlerdi” ve sonra kovulmuşlardı. Yani bu imtihanın sırrı, gizemidir… Allah’ın yokluğuna dair bir ispat değildir. Bunun mantıki ve bilimsel açıdan aldığımız cevaplarınca az çok neden haram olduğunu anlayabiliyoruz. Hatırlayınız ki, Kur’an-ı Kerim’i bir kılavuz olarak betimlemiştik yazımızın başında… kılavuz kitabımızda bize anlatılanları yapmamız doğrultusunda hem dünya yaşamımızın hem de ebedi yaşamımızın güzelleşeceği belirtilmektedir. O’na uymak veya uymamak insanların kendi tercihidir. Ve yine ayrıca, “domuz eti yasaklanmıştır ve onları gördüğünüz yerde öldürün” gibi bir ayetle karşılaşmış olsaydık, yine yaratıcı hakkında kafamızda soru işaretleri olması mümkündü. Ama orada iki kelimelik incecik çizgi bile bize bu kitabın bir yaratıcı tarafından gönderildiğini ayrıca destekler niteliktedir.


Kur’an’da Peygamberin Yatak Hayatı Detayları

Uzay’ın bu iddiasına bir insan gözüyle baktığınızda “kutsal kitabın içinde böyle şeylerin ne işi var” diyebilirsiniz ama “Allah, bir sivrisineği dahi misal getirmekten çekinmeyeceğini” beyan eder. Olan bitene bu gözle baktığınızda ancak gerçek anlamı verebilirsiniz.

Peygamberin, “hüküm koymak” görevleri arasında yoktur. Yani helal olanları haram kılamaz, haram olanları da helal kılamaz. Peygamberleri, İslamiyet’te diğer insanlardan tek ayıran noktaları vahiy almaları ve bazı olaylara birinci gözden şahitlik etmeleridir. Bu durumda bir peygamberin aldığı vahiyler doğrultusunda hareket etmek zorunluluğu herkesten önce gelmelidir. Yani, Kur’an’ın ışığında hareket etmek önce peygamberlerin görevidir ki, diğer insanlar da o ışığın yolundan gidebilsinler.

Kur’an’da “ahlaksızlık” anlamında herhangi bir ayet bulunmaz. Örneğin, “x kişiyle şöyle sevişin, sevişirken şöyle güzel sözler söyleyin” gibi bilgiler bulunmaz. Ancak her şeyin bir sınırı olduğu gibi ilişkilerin de bir sınırı mevcuttur. Bu sınırları belirlemek ve örnek olması açısından en büyük ve kesin örnek elbette Hz.Muhammed Peygamberin bizzat hayatından olacaktır.

Yani Uzay’a göre absürt ve mantıksız olan hemen hemen her şey aslında mantığa göre olması gereken şeyler… Elbette peygamberin hayatına, yaşamına, eşlerine dair bilgiler olacak… olacak ki diğer insanlar da bunu örnek alsınlar… Bu argümanı sunmasının mantıksızlığı burada zaten çürümüş oluyor. Yani, Kur’an’da Hz.Muhammed ve diğer peygamberlerin hayatından kesitler/öğretiler anlatılıyor. “Öğretiler” dedim çünkü peygamberlerin hayatları ibret alınması gereken hayatlardır.

Yazının daha önceki bölümlerinde Kur’an-ı Kerim’i, Hz.Muhammed’in yazamayacağından bahsetmiş ve delillerini yine Kur’an-ı Kerim’den göstermiştik. Bu delilleri gösterebilmemizin tek yolu Hz.Muhammed hakkında geniş çapta bilgi olmasından kaynaklanıyordu. Bu tarz bilgilerin olmasının “ana teması” peygamberin de bir insan olduğu, onun da hata yapabileceği, onun da bir aile babası olduğu, onun da kadınlarla cinsel ilişkiye girdiği, onun da diğer insanlar gibi alışveriş yaptığı, onun da diğer insanlar gibi yemek yediğini göstermek amacıyladır. Ancak “inanan birinin de peygamberin yaptığı bu işleri” peygamberin yaptığı gibi yapması içindir.

  • Örneğin, Kur’an’da, “Ey peygamber hanımları, siz diğer kadınlar gibi değilsiniz, sizin iyi yaptıklarınıza iki kat sevap, kötü yaptıklarınıza iki kat günah vardır.” şeklinde ifadeler vardır. Buradan anlayacağımız durum, toplumumuzda ileri gelen yöneticilerin davranışlarına dikkat etmesi, çünkü diğer insanlara örnek olması hasebiyle doğru kararların verilmesi gerektiği, onların hareketlerinden etkilenerek diğer insanların yaşayış biçimlerinin etkilendiği yönündedir.

Durum Kur’an’da ayrıca böyle de açıklandığına göre, elbette Hz.Muhammed hakkında Kur’an’da böyle bilgiler olacak. Olacak ki neleri yapıyor, neleri yapmıyor görüp/öğreneceğiz ve ona göre neleri yapacağımızı neleri yapmayacağımızı öğrenmiş olacağız.

Üstelik Uzay, yazısının bu bölümünde yaptığı eleştirinin altına “peygamberin yatak hayatının olması bu kitabı kendisinin yazdığı tezi destekliyor” demez mi? İşte böyle zihinlerin gözlerinin önünde atomu parçalasanız da fayda etmez!


7.Bölüm: Çok Fazla Sayıda Tanrı Var
Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

Bilimsel açıdan tespit edildiğine göre “İnanç bir insanın en mühim ihtiyaçlarından biridir.” sözünden yola çıkarak tarih boyunca insanların neden üstün bir güce inanmak/sığınmak istediğinin psikolojisi araştırılabilir ve irdelenebilir.

Yukarıdaki paragrafa ek olarak benim tespitim ve düşüncelerim, “insanın sonsuzluk ihtiyacıyla” yaratılmasıdır. Bunun için en basit örneği ise şöyle misal getiriyorum… Örneğin, ben dünyada küçücük bir kara parçasındayım, dünya ise güneş sisteminin içinde küçücük bir yer, güneş sistemi galaksinin içinde görünmeyecek kadar küçük ve samanyolu galaksisi evrende yok denecek kadar küçücük… nitekim bu sonsuzluk minvalinde varoluşu küçücük kafatasımın içindeki küçücük bir beyinle idrak edebiliyor ve anlayabiliyorum. Elbette bu devasa varlığın/uçsuz-bucaksızlığın zihnime doğrudan karşılık geliyor olması beni ister/istemez bir yaratıcı arayışına itiyor.

Yine örneğin, “Matematik Tanrının Evreni Programladığı Dildir” derler… Matematiğin insan zihnine bu denli anlaşılır geliyor olması bilim dünyasında cevapsız bir soru olarak sorulmaya devam etmektedir. Evren ile ilgili hemen hemen tüm teorilerimizi matematik ile destekleyebiliyor hatta kanıtlayabiliyoruz. O halde matematik, evren gibi devasa bir varoluşla bu kadar uyumluysa, insan elinden çıkmış olamaz, ki zaten matematiği insanlar icat etmemiş, keşfetmişlerdir.

Zamanın süre gelen evrelerinde insanlar Uzay’ın da dediği gibi çeşitli tanrılara inanmışlar ve onlardan yardım/güç dilenmişlerdir. Herhangi bir doğa olayını anlamlandıramadıklarında onu tanrılara atfetmişler… Hal böyle olunca, geriye doğru dönüp baktığımızda, “tanrı olgusu” sanki insan elinden çıkmış gibi görünüyor ve Uzay’ın da argümanı tam olarak bu yönde ancak “gerçek” yine onun dediği gibi değil.

Tanrı anlayışında büyük bir yanılgı bulunuyor ve bu yanılgının en büyük nedeni “kronolojik konumlandırmada” yatıyor. Kronoloji kelimesini bilmeyenler için, olayların tarihsel perde de sergilendiği zaman sıralaması diyebiliriz.

İlk insanın Hz.Adem olduğu İslami taraflarca kabul görür ve dünyanın neresine giderseniz gidin bu kıssayı bilmeyen yoktur. Kimisi kendi mitlerince bu kıssayı değiştirmiş, kendi kültürlerine uyarlamışlardır. Ancak temelinde kıssa her zaman aynıdır.

İnsanların tapındıkları tanrıların insanlar elinden çıktığını değil de, zaten var olan bir tanrıyı deforme ve çoğaltarak kendi istekleri doğrultusunda değiştirdiğini görebilirsek, neden çok fazla sayıda tanrı olduğunu tekbir çırpıda anlayabiliriz.

Nitekim, insanlar tarafından tahribata uğratılmış olan bu Tanrı kavramları “Allah’ın varlığını zedelemez ve sarsmaz.” Hatta iyice düşünür ve kuşbakışı bakarsak, tüm yaratılış hikayelerinin tek bir kalemden çıktığını görebiliriz. Bu benzerlik bize, zaten var olan bir durumun farklı kişiler/toplumlar tarafından farklı şekillerde zuhur ettiğini anlayabiliriz.

Kur’an-ı Kerim “monolog inançlar” için aşağıdaki ayeti göndermiş, mantık ve felsefi olarak da cevap vermiş, konuyu noktalamıştır.

Gece gündüz, usanmadan, ara vermeden tesbih ve ibadet ederler. Buna rağmen, yine de onlar, yerde birtakım varlıkları, insanları öldükten sonra diriltecekleri zannı ile tanrı edindiler. Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!
( Enbiya Suresi – 21:20-22 )

Kur’an-ı Kerim’in gelmesinin bir nedeni de “müşrik toplumları irşat etmek” olduğunu düşünürsek, Kur’an’ın neden var olduğunu da anlayabiliriz… Kur’an-ı Kerim’i baştan sona objektif olarak okuyanlar göreceklerdir ki, bu bir insan kelamı olamaz, ayetlerinin inceliğinden dolayı çok yüce bir makamdan geldiğini anlayacaklardır. Yazının bu kısmında kronolojik olarak cevap verdiğimiz için Allah’ın kanıtına dair, yazının önceki bölümlerinden bilgi edinebilirsiniz.

Son olarak, günümüzde “Hindistan” ülkesinde hemen hemen her gün yeni bir tanrı uydurulduğunu ve insanların o tanrıya ibadet ettiklerini görebilirsiniz… Ancak fikir anlamında orijinal değildir. Mutlaka Allah’ın vasıflarından birini çarpıtılmış olarak görürüsünüz. Tıpkı şeytanın kurtarıcı olduğunu öne sürerek ona ibadet edenler gibi. Ne diyebiliriz ki, Kur’an-ı Kerim’in dediği gibi, “Sizin dininiz size, benim dinim bana” & “Dinde zorlama yoktur, hak, batıldan ayrılmıştır.”


Dinler Arası Savaşlar

Yazının daha önceki bölümlerinde buna dair bilgiler vermiştim ancak Uzay kendini tekrar ettiği için mecburen konuları tekrarlıyor ancak tekrara düşmemek için her defasında konuyu farklı yönlerden ele alarak, farklı örneklerle anlatmaya çalışıyorum.

İnsanlar Habil ve Kabil’den sonra yani ilk insan kanı akıtıldıktan sonra sürekli savaşmışlardır. Savaşmak için özellikle bir neden üzerinde de durmamışlar. Yani önlerine gelen herhangi bir nedenden dolayı birbirileriyle savaşmışlar hatta savaşmak için neredeyse can atmışlar. İnsanlar tarafından yapılan bu savaşları “Allah’ın yokluğuna delil göstermek ne derece mantıklı” kararı size bırakıyorum.

Günümüzde de bu savaşların bir kısmına şahit oluyoruz. Buna en belirgin ve en yakın örneklerden “Irak Savaşı” gösterilebilir ve bu savaşın ana nedeninin “petrol” yani ekonomik olduğunu da yine çok net bir şekilde görebiliriz.

2004 yılında “Alan Axelrod ve Charles Phillips” isimli araştırmacılar, “Encyclopedia of Wars” isminde bir kitaba imza attılar… Bu kitap isminden de anlaşılacağı üzere, dünyada yapılmış tüm kayıtlı savaşların incelenmesi ve bu savaşların nedenlerinin neler olduğunun araştırılmasını kapsıyordu. Bu kitapta yer alan savaşların sadece “%7’sinin Dinler Kaynaklı” olduğu ortaya çıktı. Bu rakamı ilk duyduğumda ben de çok şaşırmıştım ve rakamın bu denli düşük olacağını düşünmemiştim. Daha sonra da “kim bilir bu %7’lik kısmın içinde İslamiyet’in neden olduğu savaşların yüzde sayısı kaçtır?” diye sormuştum kendime…

Ki, yazımızın önceki bölümlerinde belirttiğimiz gibi, “İslamiyet Dininin” emrettiği tüm savaşlar savunma savaşlarıdır, yani İslamiyet hiçbir zaman savaş başlatmamış, her zaman başlatılan savaşa karşı ayakta durmuştur.

Ayrıca, Uzay’ın yaptığı yine büyük bir mantık hatası olarak şunu net bir şekilde ortaya koyabiliriz… Yukarıda bahsedilen kitap içerisinde dünyada yapılan savaşların sadece kayıtlı olanları yer almaktadır, yani %7’lik oran kayıtlı olan savaşların oranını belirlemektedir, kayıtlı olmayan savaşların bilgisine sahip olsaydık belki bu oran daha da düşük olacaktı ancak bu kitabın bize ayrıca anlattığı şu noktaya da değinmek gerekiyor; dikkat ederseniz Savaşların Ansiklopedisi kitabında sadece savaşlar yer almaktadır, “barışlardan” hiç bahsedilmemiştir… oysa, dinlerin neden olduğu savaşların artı ve eksi yönden inceleyebilmemiz için aynı zamanda “dinlerin savaşların önüne geçtiği” istatistiklere de ihtiyacımız bulunuyor. Eğer bu bilgileri biliyor olsaydık, Uzay’ın argümanında haklı olabileceği yönlerini ele alabilirdik. Ancak o maalesef bu düşüncesinden ve düşünce biçiminden dolayı yenilmeye mahkum.


Tarihteki ve Kur’an’daki Tanrılar

“İstersen krem peynire tap, bana ne!”(Cem Yılmaz)

Uzay yazısında tarihin çok eski sürelerinden bu yana var olan tanrılardan bahsediyor, bu tanrıların varlıklarına dair “kronolojik hatalardan” bahsetmiş ve delillendirmiştik. Bu başlığı ayrıca açmamın nedeni Uzay’ın yazısında bahsettiği tanrılar ve ayrıca yine derin bir yanılgı/mantık hatası.

Bu gün Tahtakale’yi ziyaret ettiğinizde birçok ünlü markanın imitasyon ürünlerini çok ucuza bulabilir ve alabilirsiniz. Bu ürünlerden almak ve kullanmak her ne kadar bütçe ile ilgili de olsa “ürünün orijinal” olmayışından dolayı, aslında etrafınızdaki insanları “kandırmış” olursunuz ve bu yüzden etik bir davranış değildir. Bu nedenle o ünlü markalar bu imitasyon üreticileri sürekli dava ederler nitekim insanlar dava edilmelerine rağmen bu imitasyon ürünleri üretmekten vazgeçmezler. Üstelik bu ürünleri üretmenin de, satın almanın da yasal bir haksızlık olduğunu bilmelerine rağmen. Çünkü, ne yazık ki insan böyledir! Bir yerde kendisine bir yarar varsa, o yararın başkasına olan zararını düşünmez bile.

İşte, tarihteki tüm tanrılar Allah’ın imitasyon versiyonudur. İşe yarar ama orijinali gibi değildir.

O nedenle bugün Hindistan’da 30.000’den fazla tanrı bulabiliyorsunuz. Hatta sayıları gün geçtikçe artmakta… hatta ve hatta Hindistan’a kadar gitmenize gerek yok, yine Tahtakale’yi ziyaret ettiğinizde sadece bu tarz heykelciklerle ilgili kocaman bir sokak bulabilirsiniz.

Durumun tuhaf olan bir yanı da Uzay’ın bu serzenişinin, Kur’an’da da olması. Yani Allah’ın insanlara bu konu verdiği öğütleri Uzay’da veriyor ama o öğüt vereni de yok sayıyor. Uzay’ın yazısında saymış olduğu putların bir kısmını Kur’an’da da görebilirsiniz, hatta yazımızın önceki bölümlerinde bu konuya kısmen de olsa değinmiş ve birkaç isim vermiştik.(Bkz: İnanç, İnanmak)

Tanrıyı görmedikleri halde bu kadar tanrı tasviri varsa, bir de bu insanların tanrıyı gördükten sonraki tanrı tasvirlerini düşünün. Neresinden tutarsanız tutun, bu argüman elinizde kalır ve Allah’ın yokluğunu yine ispatlamaz. Hatta sağlıklı akıl sahipleri için nice felsefeler vardır.


8.Bölüm: Dünya Yaşamı Tarihi
Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

Uzay’ın yazısındaki bir paragrafın her dilde onlarca kitabı olduğunu biliyor muydunuz? Artık nereden duyduysa bu yarım-yamalak bilgi kırıntılarını, yazmış da yazmış… rakamlarla arası iyi gibi görünse de gerçek öyle değil. Yazısında dünya yaşamının tarihinden ve canlıların var olduğundan bahsediyor, ben de paragrafı aynen aşağıya iliştiriyorum.

Uzay yazısında
.:13.800.000.000 yıllık evrende, dünya’da sadece 3.000.000.000 yıldır canlı yaşamı var. Bu canlılığın da 50.000 yılında bildiğimiz anlamda insan var. Ve sadece son 15.000 yıllık dönemde tanrıya dair izler görüyoruz. İslam ise 1.400 yıllık geçmişe sahip. Geri kalan milyarlarca yıl, tanrının israfı mı?:.
diyor.

Sadece yukarıdaki paragrafından açılacak olan başlıklara bir bakın;
1. Evrenin Başlangıcı
2. Dünyada Hayatın Başlangıcı
3. İnsanlığın Başlangıcı
4. Tanrının Başlangıcı
5. İslamiyet’in Başlangıcı
6. Zamanın Başlangıcı

Yukarıdaki başlıklar kendi başlarına birer ansiklopedi ederler. Uzay’ın bu kadar bilimsel ve siyer kitabı okuduğunu üstelik anladığını düşünmüyorum. Nitekim bu başlıkların hepsi benim de uzmanlık alanım değiller. Ancak mantığın bana öğrettiği bir şey varsa o da “bilinenin arkasında en az iki kat bilinmeyen vardır” anlayışıdır. Bunu kimse inkar edemez. Hadi 8’inci bölümün ilk maddesiyle başlayalım.


Evrenin Başlangıcı
8.Bölüm: Dünya Yaşamı Tarihi

Rakamlarla sadece Uzay’ın arası iyi değil. Bilimin tespit ettiği kadarıyla yaklaşık 14 Milyar yıllık bir evrenin içinde olduğumuzu düşünüyoruz. Ve evrenin, günümüzde 46 Milyar Işık Yılı uzaklığına kadar olan mesafesini görebiliyoruz sadece. Bu rakam gün geçtikçe evrenin genişlemesiyle birlikte büyümekte.

14 ve 46 Milyar rakamlarını, hani “Zaman Görecelidir” diye duyduğunuz ve kısmen atasözü olmuş bir deyim var ya, onun için söyledim işte. Ne demek istediğimi çoktan anladınız ancak anlamayanlar için konuyu açalım… Zira “Zaman” zor bir konu!

Yukarıdaki 2 rakam, bilim adamlarını şaşırtmış, zamana dair bakışlarını değiştirmesine neden olmuştur. Çünkü 14 Milyar yıllık bir evrene kuş bakışı baktığınızda göreceğiniz şey yine 14 Milyar yıllık bir evren olmalıydı. Nitekim öyle olmadı, evrenin haritasını çıkarma çabaları sonucu yapılan gözlemlere dayanarak evrenin 46 milyar ışık yılı genişliğinde olduğunu gördüler… Yani kuş bakışı bakıldığında evrenin varlığının zamanla tuhaf bir ilişkisi vardı. İşte bu tuhaf ilişkinin nedeni “yerçekimi” kanunuydu. Üstelik bu 46 Milyar ışık yılıyla da kalmıyordu. O yüzden adını “gözlemlenebilir evren” olarak değiştirdiler. Yani bugün teleskoplardan baktığınızda görebileceğiniz en uzak mesafeye “gözlemlenebilir evren” dediler, geri kalanının bir kısmını görmemizi ise Samanyolu Galaksi engelliyor.

Kısacası, evrenin 14 Milyar yaşında olması, “Dünyada Hayatın Olması İçin” pek bir anlam ifade etmiyor. Nitekim, dünyada geçen zaman ile evrendeki zaman algısı birbirinden farklı. Hatta güneş sistemindeki gezegenlerin bile zamanla ilişkisi farklı. Çünkü “yerçekimi kanunu” tüm gezegenlerde farklı şekilde işlemekte.

Kabaca anlamanız için Albert Einstein’in “Görelilik Teorisine” atfen şu örneklemeyi yapabiliriz… Sizin dünyada geçirdiğiniz zaman ile Venüs’te geçirdiğiniz zaman aynı değildir. Dünyada 35 yaşındaysanız ve 10 yıl sonra 45 yaşında olacaksanız, Venüs’te, 35 yaşındayken, 10 dünya yılı sonra 37 yaşında olabilirsiniz. Dünyanın dönüş hızı + yer çekimi = 10 yıl ederken, Venüs’te dönüş hızı + yer çekimi = 2 yıl ediyor diyebiliriz.

Bu konuyla ilgili yani “zamanın göreceli” olmasıyla ilgili Kur’an’da şu ayeti görebiliriz ayrıca. Aşağıdaki ayet, Kur’an’ın Zamanın Göreceli olduğuna atıf yapan tek ayet değildir, araştırırsanız diğer ayetleri de görebilirsiniz. Örneğin; 70’inci Sure 4’üncü Ayet, 22’inci Sure 47’inci Ayet(Hiper Uzay Yerçekimi).

Gökten yere kadar her işi düzenleyip yönetir. Sonra bütün bu işler, sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir günde O’na yükselir.
( Secde Suresi – 32:05 )

Yukarıdaki bilgileri bir sonraki bölüm olan “Dünyada Hayatın Başlangıcı” için bilmemiz şarttı.


Dünyada Hayatın Başlangıcı
8.Bölüm: Dünya Yaşamı Tarihi

Yukarıdaki bölümden öğrendiğimiz, dünyada hayatın başlaması için evrenin yaşının ne olduğunun önemi olmadığıydı. Zira, “Kozmik Takvime” bakacak olursak, dünyanın varlığı 1 veya 2 saniye bile değildir.

Dünyadaki yaşamın tam olarak ne zaman başladığını bilemiyoruz… Uzay her ne kadar 3 Milyon yıl diyerek kesin bir tarih verse de ve “kesinlikle şu oldu da başladı da” diyemiyoruz. Bununla ilgili birkaç teori var ancak teoriden ileriye gidememiştir. Teorilerden biri, yaşamı oluşturacak maddeleri “dünyaya suyu getiren göktaşının” getirdiği yönündedir. Aynı göktaşı, dünyadan kopardığı parçalarla “Ay’ı” oluşturdu teorileri de mevcut, ancak yapılan incelemelere göre Ay’da bolca bulunan, Helyum3‘ün dünyada çok az olmasından dolayı dünyanın parçası olamayacağı yönünde akıllarda soru işareti bırakmıştır.

Hatta “Ay’ın Karanlık Yüzü & Ay’ın İçi Boş” gibi teorilerde ortaya konmuştur… NASA bunu tespit ettiyse bile açıklamamış olabilir. Teorilerdense gerçekleri konuşmamız gerektiği için, Dünyada Yaşam için Ay’ın önemi çok büyük. Kısacası Ay olmazsa “dünyada yaşam” olamıyor.

Böylesin büyük bir Ay faktörü varken ve Ay’ın varlığını henüz tam olarak nasıl oluştuğuna dair bilgimiz mevcut değilken, “Dünyada Yaşamın Başlangıcını” sorgulamamız ve bunun bir yaratıcı elinden olmadığını iddia etmemiz pek olası görünmüyor. Bunu iddia edemediğimiz gibi “ilk insanın varlığını da” kesin bir şekilde “şu tarihten itibaren var” diyemiyoruz. Eğer Uzay’ın dediği gibi son 50.000 yıldır insan hayatı varsa, o halde 2 Milyon yıl önce Çin’deki bu aletleri kim yaptı? (Bkz: BBC News: Afrika Dışında Bilinen En Eski İnsan Kalıntısı)

Kısacası, bildiğiniz bilgi birikimiyle bilmediğiniz bir bilgi birikimine kafa tutuyorsunuz. Bunu anlamadıkça, öğrenmedikçe maalesef kaybetmeye mahkumsunuz.


Yazımızın bu kısmından sonrası, Allah’ın varlığına dair delillerden ziyade Uzay’a Bilim, Felsefe, Mantık öğretmeye ve 3-5 bilgiye dayanarak bunca bilinmezliği yok saymanın imkansız olacağını ispatlamaya döndü.


İnsanlığın Başlangıcı
8.Bölüm: Dünya Yaşamı Tarihi

Kur’an-ı Kerim’de, insanlığın tarihine herhangi bir atıfta bulunulmaz. Nitekim bir önceki “Dünyada Hayatın Başlangıcı” bölümünde Uzay’ın argümanını çürüttüğümüz için “İnsanlığın Başlangıcı” arkeolojinin ellerine kalıyor. Kur’an-ı Kerim’de, insanlığın tarihine atfen herhangi bir bilgi bulunmadığından ona zıt bir şey söylememiz yada onaylamamız mümkün değildir.


Tanrının & İslamiyetin & Zamanın Başlangıcı
8.Bölüm: Dünya Yaşamı Tarihi

Bu 3 başlığı tekbir çatı altında incelersek daha doğru olur… Çünkü Uzay’ın sunduğu argümanda hepsi birbiriyle doğrudan ilişkilidir…

Aslında argüman yeni bir argüman değil. Uzay gibi ateistler bundan yıllar ve yıllar evvel zaten bu soruyu sormuşlardı. Üstelik sadece İslamiyet için değil, herhangi bir din için sorulabilir bu sorular. Ancak Uzay, İslamiyet’i hedef alarak, bir tanrının varlığındansa “İslamiyet ve Allah” olgularını doğrudan eleştiriyor ve bunu da dalga geçer gibi yapıyor. Zaten Uzay’a yaptığım tüm yakıştırmalar da işte bu yüzden.

Eğer zamanı ezeli ve ebedi sanıyorsanız bu argüman işe yarar bir argümandır. Ancak “zaman, evrenin varlığı” ile ilgilidir ve evren olmazsa “zaman kavramı da” olmaz. O halde, zamana da evrenin içinde var olan bir “olgu” gözüyle bakmamız gerekir. Eğer zamanı bu minvalde incelemez/irdelemezseniz “argüman” çöker. Çünkü hem evreni yaratan hem de evrenin içindeki bir zamana bağımlı bir yaratıcı gerçek bir yaratıcı olamaz. Tüm bilimsel verilere rağmen böyle düşünenler varsa düşüncelerini yeniden ele almaları gerekmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de evrenin üstünde olan bir makamdan bahsedilir. Bu makam “Arş”tır. Her şeyi kapsayan “arş.” Arş’ın nasıl bir şey olduğunu, neye benzediğine dair Kur’an-ı Kerim’de herhangi bir bilgi bulunmaz ancak “yerler ve göklerin üstünde” olduğundan bahsedilir. Daha önceden de değindiğimiz “Yerler ve gökler bitişikti biz onları ayırdık.” ayetinden ve aşağıdaki ayetlerden yola çıkarak, Allah’ın makamının yerlerin ve göklerin üstünde yani evreni de kapsayan bir yerde olduğunu anlayabiliyoruz. Bunu aşağıdaki görselden zihnimizde şekillendirebiliriz.

Evrenin Görüntüsü
Evrenin Görüntüsü – Şuan gözlemlenebilir olan evrenin görüntüsü yukarıdaki resimde olduğu gibidir. “Allah’ın arş diye tarif ettiği alan ise evreni de içine almaktadır.”

Yerler ve Gökler yani evren arşın içinde olduğundan Allah’ın zamana bağlı olmadığını, zamanın da evren gibi yaratılmış olduğunu Kur’an-ı Kerim’den aşağıdaki ayetlerle delillendirebiliyoruz.

Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.”
( Tevbe Suresi – 09:129 )

Hem O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yarattı. Bundan önce ise Arş’ı su üstünde idi.
( Hud Suresi – 11:07 )

O, Rahman’dır, rububiyet arşına kurulmuştur.
( Ta-Ha Suresi – 20:05 )

O’dur ki gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra Arşına kuruldu. Yere gireni, yerden çıkanı, gökten ineni ve göğe yükseleni bilir. Hasılı siz nerede olursanız olun O, (ilmi ve kudreti ile) sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görür.
( Hadid Suresi – 57:04 )

O gün gök yarılır, parçalanır, iyice kuvvetten düşer. Melekler de göğün etrafında bulunurlar. O gün Rabbinin Arş’ını, sekiz melek taşır.
( Hakka Suresi – 69:16-17 )

Ayrıca Bkz:

*A’raf Suresi – 54*Yunus Suresi – 3
*R’ad Suresi – 2*İsra Suresi 42
Mü’minun Suresi – 86 – 116*Furkan Suresi – 59
*Secde Suresi – 4*Neml Suresi – 26
*Mü’min Suresi – 7 – 15*Zümer Suresi – 75
*Büruc -15*Zuhruf – 82

Yukarıda bahsettiğimiz ayetler ve bilimsel bilgilere göre, Zaman, Yaratıcı için bir çelişki içermemektedir. Evrenin sonuna dair sunulan teorilerden ve açmazlardan bazılarında “Büyük Çöküş, Büyük Donma” gibi büyük sorular yine evrenin bizatihi kendisine aittir. Bilimsel açıdan bakıldığında “arş” bilimsel olarak kanıtlanmasa da kesin bir tarzda “inkar” edilemez. Çünkü henüz bilimin o bölüme dair malumatı bulunmamakta. Belki yıllar sonra o bölümü de keşfedeceğiz.

Evren ve Yaratıcı arasında bir çelişki olmadığı gibi doğrudan ilişkilendirmekte “inananlar için” herhangi bir mahsur yoktur. Zaten inananlar da bu yüzden inanırlar.

O halde bu argümanda “İslamiyet’in” rolü nerededir?
İslamiyet hakkında bilinen en büyük yanlışlardan birisi “Allah’ın farklı tarihlerde, farklı topluluklara, farklı dinler” gönderdiği algısıdır. Oysa, yine Kur’an-ı Kerim’de, “Biz bu kitabı sana, senden öncekileri de tasdiklesin diye indirdik.” gibi ayetleri mevcuttur. Yani ilk “kitabın davası ne ise” son gönderilen “kitabın davası da” aynıdır. Yazının daha önceki bölümlerinde “Tevratı, İncil’i ve Kur’an-ı Kerim’i” okursanız aynı yazarın kitaplarının farklı dillerde çevrilmiş hali olduğunu görebilirsiniz diye belirtmiştik. Elbette sosyolojik olarak farklılıklar gösterebilir. Tıpkı “domuz etinin” yenmesinin yasaklanması gibi… Üstelik bunun için herhangi dini bir kitap okumanıza, geçmişteki insanların yaşantılarına bakmanıza bile gerek yok. İnsanları şöyle uzaktan izlediğinizde yaptıkları davranışlardan çok net bir şekilde farklılıkların neden var olduğunu anlayabilirsiniz.

Ek Bölüm: Allah Zamanı İsraf mı Ediyor?
8.Bölüm: Dünya Yaşamı Tarihi

Yukarıdaki bilgilere kuşbakışı baktığımızda, Allah’ın, bizim gibi bir zaman algısı yoktur. Zaten zamana bağlı olsaydı bizden bir farkı olmazdı. O halde “zaman da evrenin tamamında olduğu gibi, yaratılmış olan kanunlardan” biridir. Kısacası, Allah için herhangi bir zaman kavramı yoktur. Teşbihte hata olmaz diyerek bunu örneklendirelim.

  • Allah evren ile birlikte kanunlar dizisi ve senaryo yaratmıştır. Bu senaryoda kötü karakterler ve iyi karakterler mevcuttur. Ve bu karakterlerin rollerini oynayabilmesi için gerekli olan sahne evren ve onun içinde olduğu dünyadır. Nitekim Allah, rolleri dağıtmamış, tanıtmıştır. İnsanlar bu rollere talip olmuş, işin özünde kötü veya iyi olmayı tercih etmişlerdir. Senaryoda ve yönetmenin koyduğu kurallar gibi oyuncuların yapması ve yapmaması gereken kurallar vardır…

    Şimdi bu senaryonun film olarak çekildiğini düşündüğümüzde, Allah’ın filmin tüm karelerini aynı anda görmesi gibidir evrene dair her şey.

    Bu durumda Uzay’ın bu argümanı, şöyle bir mantıksızlık içerir.
    Sinemaya bir filmi izlemeye gittiğinizde, filmin toplam süresinin 2 saat olduğunu bilirsiniz ama filmin çekildiği sürenin 2 saat olmadığına da adınız kadar eminsinizdir. Belki 7 ay, belki 9 ay belki 3 yılda çekilmiştir o film. O halde kalkıp, “Bu filmin bir yönetmeni, bir senaristi yoktur, çünkü 2 saatlik bir film için 9 ay beklemişler” diyebilir misiniz? İşte Uzay’ın argümanı tıpkı bunu demek kadar saçma ve akıl dışıdır. Çünkü zaman bizim açımızdan filmi izlemek kadarıyla görecelidir.

9.Bölüm: Aileden Gördükçe Müslümanlık
Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

Yazının başlarında da değindiğimiz bu konu maalesef özellikle Türkiye’de insanların Allah’a karşı olan inançlarını sarsmakta ve Uzay gibi insanların fikirlerinde köklü değişimlere neden olmaktadır. Bu konu özellikle üzerinde durmak istediğim bir konu… aslında her insan Allah’ı sorgulamalı ve inancının temellerini sağlamlaştırmalıdır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim insanların böyle inanmalarını istemekte ve bunu sayısız ayette dile getirmektedir.

Uzay’ın da yazısında yer alan “Bunlar eskilerin masallarından başka bir şey değil” argümanı, bizzat Kur’an’da geçen ifadelerden… Yani yine bu argümanı kullanan ilk kişi Uzay değil ve sonuncusu da olmayacaktır… Bu argümana sığınan kişilere Allah, “görmüyor musunuz?, duymuyor musunuz?, işitmeyecek misiniz?, görmeyecek misiniz?, hala akıl almayacak mısınız?, hala inanmayacak mısınız?” gibi yine sayısız ayette insanları düşünmeye sevk etmiştir.

Buradaki meydan okuma “hadi bu söylenenler bir masal diyelim, bunca yıldızı, gezegeni, galaksileri kim yarattı o halde?” şeklindedir. Ve ne tuhaftır ki, kainat gibi kocaman bir olguyu Allah’tan başka üstlenen, yaptığını iddia eden bir tane varlık yoktur. Varsa da herhangi bir metninde yada kanununda akılcı bir yaklaşım göremezsiniz.

Aileden gördükçe Müslümanlık, İslamiyet açısından aslında tehlikeli diyebileceğimiz niteliktedir. Zira, inanan insanların ahiret hayatlarına dair yaptıkları yatırım, “Elhamdülillah Müslümanım” sözünden öteye gidememekte. Oysa ahiret gibi ebedi bir olgunun temelleri sağlam atılmalı, üzerinde uzun-uzadıya düşünülmelidir. Hatta hayat boyu bu düşüncelerin üzerine durulmalıdır. Çünkü ilk ayeti “Oku” olan bir kitabın, ahirette sorguya çekileceksiniz demesinden dolayı ilk soru da “okudun mu?” yönünde olacaktır. Zaten bunu Kur’an-ı Kerim’de yine açık bir şekilde, “Siz bu kitaptan sorulacaksınız” ayetiyle görmekteyiz.

Bende bir zamanlar Uzay’ın duyduğu şüpheleri duymuş ve birçok mantıksızlık olduğunu düşündüğüm konulardan dolayı inancımdan yarımyamalak da olsa vazgeçmiştim. Sonra detaylı bir okumayla, aslında çok yanlışlar yaptığımı fark etmiştim. Bu nedenle “ahiret gibi ebedi bir olgunun” sorgulaması, 3-5 bilgi kırıntısına dayanarak bir anda göz ardı edilmemeli, olabildiğince üzerine düşünmeli ve irdelenmelidir. Bu bölümle ilgili söyleyeceklerimin hepsini zaten yazının bu kısmına kadar söylemiş ve Uzay’ın tüm argümanlarını çürütmüştüm. O nedenle bu bölümle ilgili aklınızda soru işaretleri varsa yazıyı tekrar okumanızı veya “mektup yaz” bölümünden bana ulaşmanızı tavsiye ederim.


10.Bölüm: Tanrı, Sıradan İnsani Arzulara mı Sahip?
Tanrıya Neden İnanamıyorum Cevap

Yine çarpıtılmış bir başlıkla yeni bir bölümdeyiz. Uzay gibi insanların mantığı adeta bir insanlık suçudur. Nitekim, söylediklerinde akılvari bir şey bulabilmek imkansızdır. Yazının bu bölümünde Uzay, tanrının sıradan insani arzulara sahip olduğunu ve bunun nedenlerinin de, “düşman toplumları alt etmek ve onlardan öç almak, inananlarını itaatkar hale getirmek, değerli toprakları ele geçirmek, kadınların erkeklerin hizmetine sunmak,” olarak sıralıyor ve sonra da bir tanrının “egoist, obsesif, seksist tavırlar” sergilememesi gerektiğinden bahsediyor. Ama unutmuş olmalı ki bunu tüm tanrılar adına söylüyor, yani doğrudan Allah’a ve İslamiyet’e bir söylem yok, sanırım bunu çarpıtmayı unuttu.


Düşman Toplumları Alt Etmek ve Onlardan Öç Almak

Psikopatlar hariç, dünyanın neresine giderseniz gidin tüm insanlar “barış” içinde yaşamak isterler. Evet, bu böyledir ve herkesin temennisidir. Ancak bunun için toplumun çok az bir bölümü çaba sarf etmekte, bu yola başını koymaktadır.

Yazının önceki bölümlerde, İslamiyet’in düşmanlarına karşı yapılan savaşların tümünün savunma savaşı olduğundan bahsetmiş, daha sonrada Savaş Ansiklopedisi oranlarını belirtmiştik. Bu oran %7’ydi ve muhtemelen İslamiyet adına yapılan savaşların daha az bir orana sahip olduğunu da eklemiştik.

İslamiyet kelimesinin özü “teslimiyettir” yani koşulsuz şartsız yaratıcının tüm emirlerine inanmak ve ona itaat etmek… Kur’an-ı Kerim’in içinden, insanların veya toplumların zararına bir tane dahi zararlı ayet gösterilemez. O halde İslamiyet dinini, Müslümanlığı diğer uydurma dinlerden ayrı bir şekilde incelememiz gerekiyor. Ancak yine İslamiyet, haksızlığa uğratıldığında Müslümanların savaşmasını hatta onlar bir savaşa katılırlarsa Allah tarafından destekleneceği de belirtilir.

Öyle ki, herhangi bir varlık, herhangi bir varlığı yerinden, yurdundan etse, kadınlarını ve çocuklarını köle haline getirse, her kim olursa olsun bunun öcünü almak isteyecektir. Buna sıradan insani bir arzu değil, adalet denir.

Ne yani, düşmanlarınız sizi öldürürken, siz öyle öldürülmeyi mi bekleyeceksiniz? Elbette savaşacak ve elinizden geldiğince karşı koyacaksınız… Adı üstünde “düşman” ve düşmanlığın nedeni de ortada. Günümüzde yapılan tüm savaşların, bırakın savaşları filmlerin bile içinde bu duygular mevcut. Elbette adil olan neyse Allah onu emredecek ve insanlar da onu yapacaklardır.

Bu konuyla ilgili, hem Yahudilerden hem de Müslümanlardan savaştan kaçanlar olmuş ve Allah tarafından kınanmışlardır. Bu ne Allah’ın yokluğunun, nede sıradan insani arzulara sahip olduğunun kanıtı değildir.

Allah, Müslümanların güçlü, kuvvetli ve birlik olmasını ister. Dikkat ederseniz, İslamiyet dil, renk, ırk ayırt etmez, herkesin, tüm insanların bu birlikteliğin içinde olmasını öğütler. Bu öğütlerin yanı sıra, haksızlık edilmemesini, ölçünün yanlış yapılmaması, güçsüzlerin ezilmemesi, fakirlerin doyurulması gibi nice öncelik belirler ve onları da katı bir şekilde Müslümanlara öğütler, şart ve farz koşar.

Şimdi bu durumda insanların yaptıklarına bakarak, Allah’ın yokluğunu veya onun tuhaf duygular içinde olduğunu söyleyemeyiz. Öyle ya, ortada çok güzel bir yol var ama illaki çakıllı yoldan yürüyenlerin ayaklarına batan taştan yol sorumlu olabilir mi?


İnsanların Tanrı Tarafından İtaatkar Hale Getirilmesi…

Ucu açık bir cümle daha ile karşı-karşıyayız. Buradaki itaatkar hale getirilmekten kasıt, insanların insanlara karşı itaati mi yoksa Tanrı’ya karşı itaati mi? Bu iki meseleyi birbirinden ayırmak, ayırt etmek gerekir. Birisi doğrudan ilahi yani insanüstü bir kurumdan gelen emirler doğrultusunda hareket etmeyi içerirken, diğeri insan zekâsına dayalı emirlerin doğrultusunda hareket etmeyi gerektirir.

Günümüzde “insan zekâsı” ile hareket etmenin bedellerini birçok acı tecrübeyle edinmiş ve cezasını çekmekteyiz. Buna örnek vermek gerekirse, küresel ısınma, cezaevleri, yığınla hastane ve modern kölelerle dolu bir dünyayı göstermek olabilir… Kısacası insan elinden çıkan hemen hemen her şey insanlara zararlı sonuçlar doğurmuştur. Natural olmayan her şey, insanı ve onun yaşam alanını tehdit etmektedir. Hal böyle olduğunda, İslamiyet bize güzel örnekler ve öğütler vererek bunları yapmamız gerektiğini gösterir ve bize yol haritası olur.

İslamiyet’in İtaatkâr Sorunsalı

Bu konuyu şöyle ele almak istiyorum… Çünkü insanların itaatkâr hale getirilmesinin aslında insanlar için faydalı olduğunu savunuyorum. Çünkü insan özgürlüğünün sınırsızlığı diğer insanların zararına olabildiği noktalar mevcut.

Örneğin, küçük bir kıza zarar veren birini ele alalım. Bu kişi vicdanların kaldıramayacağı bir kötülük yapmış olsun, şimdi bu kişiyi İslami kurallara göre değil de, medeni hukuka göre (ki hiç medeni değil) yargıladığımızda, o kişinin yaşama hakkını elinden almaktansa, bir kutuya hapsediyoruz ve onu o kutunun içinde aldığı ceza süresince besliyoruz. Islah için iyi bir yöntem ancak müebbet ceza almışlar için akıllıca ve mantıklı değil. Ayrıca hiç adil değil.

Küçük bir kıza çeşitli işkenceler edip, sonra onun canına mâl olan birinin hayatta kalması kimsenin vicdanına sığmaz… Bunun için bir anket yapılmış olsaydı, insanların %90’ından fazlası İslamiyet’in verdiği hükmü verirdi gözünü kırpmadan. Oysa ne insanların çoğunluğunun, ne de insanüstü bir kurumdan alınan direktifler doğrultusunda hareket etmiyor mevcut sistem.

İslamiyet’in konuya bakış açısı, ezaya-zulme uğramış kişinin vereceği hüküm doğrultusundadır. Yani o küçük kız çocuğunun ebeveynleri suçluyu affedebilir veya cezalandırabilir. Bu durumda da ebeveyn olan kimse böyle bir kabahati affetmeyeceğinden, bu sapık ve kötü düşünceye sahip bozuk genlere sahip kişinin ortadan kaldırılması yönünde bir karara varacak ve toplumu mevcut durumundan bir adım da ileriye götürecektir üstelik. Çünkü o bozuk gen üremeyecek ve sonraki nesillere aktarılamayacak, ayrıca toplumda böyle bir suçun cezasının “kesin-kati” olması başkaları tarafından işlenebilirliğinin önüne geçmiş olacaktır.

Şimdi karar sizin… “Kısasa-kısas” yani, göze-göz, dişe-diş diyen İslam’ın verdiği kararlar mı, yoksa medeni diye isimlendirdiğiniz kanunlarınızın suçluları besleyip, ömrünün sonuna kadar onlara başka insanlardan toplanan vergilerle bakmak mı? Evet, bizim vergilerimizle o kişiler ömrünün sonuna kadar hayatına devam edebilecek.


Değerli Toprakları Ele Geçirmek

İşte, kabul edilemez, İslam karşıtı çirkin bir argüman daha… Buna benzer bir konuya yazı içerisinde zaten değinmiştik. Zaten sizin olan bir gasp edilmiş bir araziyi geri almak ve orayı güvenli bir belde haline getirmek sakıncalı bir fikir yada düşmanlık değildir.

İslamiyet’in bakış açısına göre tüm bu dünya ve kainat zaten bir “meta” yani gelip-geçici bir hevesten başka bir şey değildir. Yani İslamiyet öğretisinde dünyevi şeylere dair herhangi bir değer atfetmek mevcut değildir.

Bunu kendi gözlerimizle görüyor ve neredeyse her gün deneyimliyoruz. Sonsuz yaşamlara sahip değiliz, ölüp gittikten sonra en değerli toprağa sahip olmuş olsak ne, olmamış olsak ne?

O nedenle bu argüman, İslamiyet’in kökünden redettiği bir argümandır. Konuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de çeşitli yerlerde “vaad edilen topraklar” şeklinde söylemler bulunuyor olsa da bunlar zaman ve mekan olarak bireysel konulardır.