Bir Şairin Diline Battı Güneş

Bu gün doğdu tüm aydınlıklar,
teninden çalmıştı ışığı aşk,
yakınlığına denk aydınlık,
bunu anlatmak imkansız…

Nedense imkansızlara koşar kalp,
nedense sensizliğe koşar nefes nefese,
tüm mesele burada ya zaten güzelim,
nefes nefese dolanır ömrüm, ömrüne…

Sen tüm günlere doğdun,
doğru ya
tüm dünyanın avucuna şefkat,
annene göre hep açsındır ya hani,
öyle bir açlık bana, varlığın da yokluğun da

susuzluk gibi bana,
uykusuzluk gibi bana şimdi günler,
sonsuzluk gibi bana…
demir kesti ellerim
ve bu kenti terk ediyorum,
peşimde sürüklüyorum karanlığı,
aydınlığına muhtaç gidiyorum…

Bugün başka doğdu gün,
güzel bir sabaha,
isyan etmedi mesela gece gündüze,
dün bitmemek için uğraşmadı mesela,
genzinde kaldı denizin dalgaları
yine de uçuştu martılar gökyüzüne,
yeryüzüne demir attı denizyüzü bu sefer,
anlam aradı tüm kıyılarda,
bir şairin diline battı güneş,
bir şairin eline dokundu güneş,
güneş… şimdi anlam kazandırdı güne…

Ben bilmem beni,
anlat desen anlatamam,
bir garipçenin yollarına,
yüreği ağzında şairin,
yüreğine bıçaklar saplanıp,
vazgeçti rotasından gemi,
demin demlenip şerbetinden,
sen olmuştu oysa bir sahilde,
balıklara ekmek, martılara nimet,
aşk, ömür tüketti, şairi kalem..
.

Ben bile bilmiyorum seni ne denli sevdiğimi,
hangi boyuttayım ve burası neresi?
Sen neredesin ve kim çaldı gülümsemeni,
kim ağlattı sana denizleri?
Kim buz tut dedi mesela kutuplarına?
kim iştahsız bıraktı doğmaya,
kim yokmuş dedi ilk defa mesela?

Oysa ben biliyorum ikimizi,
bir efsanenin iki başkarakteri,
ne oluyorsa ikimizin arasındaydı,
ne olmuyorsa o da bizimdi,
neden olmuyorsa sebep biziz,
nedir yani oysa aşk?
Ne olmuş yani seviyorsam seni,
sevemez mi bir insan bir insanı
sevemez mi insan seni nedensiz?

Son birkaç düğüm boğazımda,
gündüzü de gece diye bir şiir sabahın ayazında şair,
anlatayım da dinle;

Elleri, gece adamın,
beyaz duvarları yırtık,
üzerinde yokmuşların çizgileri takvim,
çarpık bir kentin isyanı,
dudağında sönmek üzere bir sigara,
gözlerinden kaçıp kayıplara karışmış uyku,
dudağında ölmek üzere bir şiir,
… gözleri camdan kafeste hapis.

Ayakları, Kuzey Kutbu adamın,
soğuk ve rutubetli dizleri,
makber yıldızların sevdasında,
kan çekilmiş etinden isyanı,
üzerine sinmiş is kokusu,
gökyüzü kömür bulutlarla nefessiz,
kimsesiz koca memlekette, bir başına,
… yalnız, kimsesiz.

Göğsünde bir aslan hırıltısı adamın,
bir parçası ardında kalmış,
bir parçası kendinde ölü,
gündüzü de gece, gecesi yine gece,
aşkı yitirmiş geldiği yerde,
unutmuş geldiğini,
dağılmış üstü başı, hırpalanmış gökyüzü,
yırtılmış paçaları yeryüzünün,
gecesi yine gece, gündüzü de gece,
… bir parçası kadında kalmış adamın.

Bu güzel sabaha, güzel bir şiir yazmak isterdim. Senden daha güzel olamayacağını bildiğim halde, yine de anlatırdım tasvirini satırlarca, saçlarının yansıttığı parıltıdan betimlerdim ışığın anlamını mesela, rüzgarlar ekerdi saçların bende dinmez kasırgalara filiz… ben gözlerindeki camdan kafese hapsolurdum yine saatlerce ve asırlarca sürmesini istediğim bir esaret olurdu bu, hiç bitmeyen bir cümle kurardım boynundan… kasırga diner saçların omuzlarına düşerdi sonra, köprücüklerinden vanilya kokan göğüslerine çakılırdım irtifamı kaybedip, ufuklarına baş kaldırıp dudaklarından uzunca bir hasretin adını tarihimize kazırdım sonra, olur ya “varmış” olurdu bir anda tüm bunlar, sonra ben uzunca bir paragrafta dolanırdım tüm vücudunu… sen altına imzanı atardın… sana benzeyen bir kızım olması için… benim gibi bir adama ışık olabilmesi adına…

Güneş doğdu doğacak,
saat yine gecenin öldüğü vakit,
birazdan bulutlar örter üstünü gecenin,
kefeni olur dünün ve ömrün,
ömrüm ömrüne denk günyüzü,
güzü gösterir sözlerim,
görürsem yüzünü,
yine de terk ediyorum bu kenti birkaç defa,
elveda sana,
elveda İstanbul…

#Yasef | Hiçbir günün haddi değildir seni doğurmak!