Epizot Fars Fasılı

Bu üçleme, sen bilmezsin! Uzun süredir seni “bilmemekle” suçluyorum ve haklıyım!

Aslında hiç işim yoktu kelimelerle, şu dörtlüklerle, hatta umurumda bile değildi, “Olutan” ölmüştü ve üzgün-hırslı-canı yanmıştım, ölümün anlamsızlığına olan nefretim içimi ılık-ılık ısıtıyordu, komik değildi ama gülümsüyordum, bu bariz bilgisizlikti, bilmemekti!

Derme çatma evimizin bana ait odasını siyaha boyamıştım, tırnaklarım artık simsiyahtı. Yorulmuş ve terlemiştim, yatağıma oturmuş, halıfleksin çizgilerini izliyordum, hemen yanımda okuldan kalma kenarları parçalanmış, arka kapağı olmayan bir defter duruyordu. Dizime koyup, siyah tırnaklarımla adımı yazmıştım, zamanla ilgili bir şeyler daha yazıp saçmaladıktan sonra;

Toprak yorganın kahverengisidir, öğrendim!

Öyle birden, içimden akıp gitti, o kadar çirkin yazmıştım ki, defteri fırlattım bir köşeye. O sıcaklığı kabul etmemişti bünyem, kabul edilmeyi hazmedememiştim.

Zaman geçti, zaman geçti ve zaman geçti… defter öylece attığım yerde duruyordu, kimse dokunmamıştı, üzeri biraz tozlanmıştı, zaman onu eskitmek için hiç vakit kaybetmeden mesaisine başlamıştı bile. Aldım onu yine, dizime koydum. Uzunca bir süre gözlerimi dikip, anlam aradım, bulamadım. Tekrar fırlatacaktım ki, tekrar okudum, demek istediğimi anladım… tekrar öğrendim. Sonra ona “Zail” ismini verdim… Bu kelimeyi eski bir kitapta okumuştum, “sürekli olmayan, biten, yok olan, sonu olan (şey.)” anlamına geliyordu. Sanırım Arapçadan evrilmiş Osmanlıca bir sözcüktü. Anlamı tıpkı Osmanlı’yı anlatıyordu.

Evet, öyleydi, her şey yok oluyordu, bunun şimdilerde “yokmuş”un temelini oluşturacağını nereden bilebilirdim ki? Tuhaftı, entropinin temelinde de vardı, yolumun gittiği tek yöndü, zamanın beni iteklediği yerdi.

Uzunca bir süre uzanıp, tahta tavan kağıtlarının kabarmışlıklarını izledim, anlam aradım, bulamadım. Amaç aradım, bulamadım. Desenlerine baktım, anlam aradım, bulamadım… Amaç aradım, “güzel görünmekti” ama güzel değildi. Pürüzlü yapısı dokunulmasa da görüntüsünden kendini ele veriyordu, anlam aradım, bulamadım! Öğleden sonra hava kararana kadar aç karnına seyrettim tavanı, kaç tane desen olduğunu saydım, unuttum… Duvarları izledim, çatlak ve yarıkları saydım, unuttum! Unutuyordum, desenleri sayarken duvardaki çatlakları unutuyordum, çatlakları sayarken desenlerin sayısını… Üstelik her ikisini de her saydığımda farklı bir rakam çıkıyordu, vazgeçtim!

Bu duvarı çatlatan şey neydi? Yanlış yapısı mı? Kötü malzemesi mi? Ne fark ederdi ki yüzyıllarca bozulmadan dursa? Benim için dursa da durmasa da… Sayılarının da bir önemi yoktu, unutkanlığımın da öyle… ama ben o andan itibaren unutmamayı seçtim, o zamanlar şimdilerdeki lanetime sarıldığımdan habersizdim. Sonra doğruldum, zamanla ilgili karaladığım sayfayı açtım…

Renkli gözle bakmak kötülükleri renklendirmez.
Koşuşturan insanlar için çabuk ölürdü zaman.

Böyle yazmıştım, öylesine, içimden geldiği gibi saçmalamış, karalamıştım. Ve evet, öyleydi, renklerin iyisi-kötüsü veya bir önemi yoktu, eğer kötülüklere renkli gözlerle bakıyorsan rengin yine bir önemi yoktu. Bundan kastımın aslında hiçbir suçun sempatik olmadığıydı. Nereye, nasıl bakarsan bak, orası orasıdır ve değişen tek şey yüklenen anlamlardır. Ve asıl önemli olan tek şey zamandır… zaman her şeyin yapıtaşı gibi her şeyi kuşatmış, çevrelemişti. Kısa bir süre zamanın aslında Tanrı olup/olamayacağını tartıştım kendimle, vazgeçtim….

Tüm bu saçma düşüncelerden sıyrılıp sokağa çıktım, Ay yeryüzünü o akşam güzel aydınlatıyordu. Şimdi nerede, ne yaptığını bilmediğim, bilmek istemediğim arkadaşlarımın yanına gittim. Sigara içiyorlardı, bana da uzattılar, reddettim, anlam aradım, bulamadım! Amaç aradım, bulamadım!

Sokağın bir ucundan gülüp kahkaha atarak bizden birkaç yaş büyük kızlar geliyordu, içlerinden biri arkadaşlarımdan birine uzunca bir süre baktı ve gülümsedi, diğer arkadaşı koluyla onu dürttü ve kendine doğru çekti, kendi aralarında kahkaha seslerinden anlaşılmayacak bir şeyler söyleyip, güldüler ve apartmanlarına girdiler. Anlam aradım, bulamadım! Amaç aradım, yanlış yerde aradığımı fark ettim, vazgeçtim.

Sıkılmıştım, o sokaktan, o arkadaşlardan, o insanlardan, o mahalleden sıkılmıştım… hızlı bir bıkkınlık hissiyatı göğsümün tam ortasına oturmuştu. Sigara uzattılar, reddedip eve gittim. Defterim orada bıraktığım gibi duruyordu, çekmeceden bir kalem çekip, yazdım…

Anlamsız gülüşler, manasız bakmalar, akılsız sevmeler,
daha neler neler… yanlış sevgiler, yanmış.

Anlam aradım, gülmenin anlamını, bakışmanın anlamını, sevmenin, sevginin anlamını aradım, bulamadım! Bulamayışımı kendime bahane edip, ışıkları kapattım. Yatağıma girip, uykuya sızana kadar düşündüm, düşüncemin ilk defa beni uyutmayışıyla tanışmıştım. O gün bu gündür birlikte sabahlarız, birlikte yeriz, birlikte içeriz, birlikte gezeriz, birlikte yazarız. Hatta birlikte yuhalanırız, birlikte yadırganırız, birlikte önemsenmeyiz…


Martı sesleriyle uyandım, çığlıkları açlıktandı, birkaç saatte ancak doğrulabildim yataktan, uyumanın anlamını aradım, bulamadım, uykunun anlamını aradım bulamadım, amaç aradım, vaktin nasıl geçtiğini bilmemekti! Bir yaratıcı neden insan denen bir varlık yaratıp ortalama 60-70 yıl ömür verdikten sonra yarısını da uykuya harcatırdı ki? Amaç aradım, amaç vakitti… Defterime uzandım…

Yüce Allah, bağışlar, esirger,
yeri gelir yerle bir eder, hikmetlidir.

Evet öyleydi, kocaman bir bilinmeyene bildiklerimle cevap arıyordum, bulamıyordum, arıyordum, bulamıyordum… O halde “bilmeliydim – öğrenmeliydim.” Sokağa çıkmaktan vazgeçtim. Nasıl uyuduğumu öğrenmek için bilinçli uyumaya çalıştım, uyuyamadım. Düşüncem dün uyutmamış, düşlerden düşüşlere sürüklemişti, defterime uzandım…

Ölümün rol edindiği keskin bir jilet damarlar sahnesinde.
Hayal kurarken yarım kalacağından habersiz,
Ütopyalar kadar zindan kimi.
Madalyonun kötü yüzünden zayıfladı inançlar…
Oysa,
adaleti seversin, adaletsiz dünyadır, silah sesleri melodin, hayat sözleridir.

Tüm bunlara bir anda son verebilirdim, damarlarımda dolaşan şu sıcacık kanı boşaltıp, kendimi renksiz bırakabilirdim, bunu yaparken, yaşamdan nasıl da vazgeçtiğimi düşünüp, düşüncemin bir yerden sonra yarım kalacağına emin, bir o kadar da korku dolu, uzaktım, vakitten soyutlanabilirdim, öyle bir anda vakitten bağımsızlaştırabilir, özgürleştirebilirdim kendimi, vakit benim için tedavülden kalkabilirdi, kendimden uzaklaşabilirdim ben yakınlaşmayı istedim… Yaşamanın anlamını aradım, bulamadım, amaç aradım, bulamadım! Bu benim bakış açımdı, göremediğim bir tarafı olmalıydı, tüm bu ölümlerin bir amacı olmalıydı, tüm bu kaos ve kargaşanın bir amacı olmalıydı ve ben bu gözlerle göremiyordum, gözlerime görebilmeyi öğrenmeliydim…

Birkaç hafta geçti, ölmekle yaşamak arasındaki farkı öğrendim, yaşamanın amacını öğrendim ama anlamadım, çözemedim, vazgeçmedim! Defterime yeni satırlar da eklemiştim…

Sonsuza kadar bir gün elveda diyeceğim.
Siz istediğiniz kadar elveda deyin adımdan önce.
Bir gün sizden önce veya sonra elveda diyeceğim nasılsa.

Şimdilerde kaybolan, aramakta müşkül beyinlere uğramayan adım ile
raflarda toz olmaya ve silinmeye başladım.

Etrafıma bakıp, tüm bunları çözmenin ne anlama geldiğinin anlamını aradım, bulamadım! Amaç aradım, nefes alıp vermekti! Anlam bulsaydım bile ne önemi vardı ki, bir gün tüm dünyaya, tüm sevdiklerime elveda diyecektim, nefesimden vazgeçirilecektim, onlar, şimdi veya sonra bana evlada etseler bile ne önemi vardı ki, sonunda herkes elveda diyecekti, er yada geç, şimdi yada sonra, ilk insan veya son insan…

Bu nefes alış-verişleri kimin içindi. Kaybolup durdum kendimin içinde, anlatsam da anlamayacaklardı, onlar anlatsaydı bile anlamayacaktım. Ve onlar anlatmışlardı, tozlu raflarda duruyordu tüm anlamlar, yine de tüm anlatılar, tüm yazılanlar ve çizilenler, onların anlamlarıydı, benim değil! Şimdi tüm bunlara bir anlam vermek için düşüncemi sayfalara dökseydim bile, vakit tüm bu sayfaların üzerini örtecekti, başka insanların anlamlarıyla, başkalarının düşünceleriyle, çünkü ben onlara, onlar bana asırlar önce elveda demişti bile. Anlam aradım, bulamadım! Amaç aradım, nefes alıp-vermekti.

Affet ya Rabbena,
Kibriya.

Korktum, isyan edişimden, endişelerimden endişelendim. Sonra tekrar korktum, af diledim, Defalarca af diledim. Amaç aradım, son uykumdan sonra güzel sabaha uyanmak isteyişimdendi aslında, anlam aradım, tüm bu pislikten “arınmak” içindi.


Zaman geldi, zaman geçti, zaman öğretti… Eski defterimin içinde binlerce yıllık uydurulmuş bilgilerin üzerini kendi gerçekliğim, kendi öğrenişlerimle örtüyordum. Zihinsel engelim evrilmişti, erişebildiğim yeni düşünceler vardı. Tekrar yazmıştım;

Umut, yazık unutulmuş. Özlem kapıda gazi, içerisi mazi.
İkili yüzler sıcaklığı götürdü. Ölüm yoklukta, can emanet.
Kazılı gönüle ubudiyet, geldiğinde biten karanlık savaşlar.
Ömre dayalı sözler.

Yaşamayı seviyorlardı şu insanlar ama birbirilerini öldürüyorlardı, tuhaftı, birbirini özlüyorlardı ama yanyanayken birbirinin yüzlerine dahi bakmıyorlardı. İki yüzlülerdi, yüzlerinde ölüm soğukluğu vardı, canlarını zamana emanet etmiş sonsuzluk özlemindeydiler. Tüm savaşları daha geniş topraklarda yaşamak için yapmışlardı, tüm sözleri yaşamaya yazmışlardı birbirilerini öldürürlerken.

Anlam aradım, bulamadım! Amaç aradım, sonsuzluktu. Zamanın altında ezilirlerken, onlar sonsuzluğu istiyorlardı. Ne var ki kimse ölümsüz değildi, bu Rabbin hediyesiydi… Tüm benliklere yaşama hakkı veriyordu, tıpkı bir futbol takımındaki oyuncuların hepsini 90 dakika içinde oyuna sokan bir teknik direktör edasıyla, herkesin hakkını herkese dağıtmıştı, Sezar’ınkini bile.

Anlam aradım, bulamadım! Amaç aradım, bulamadım! Defterimin mesaisi başlamıştı.

Taşar boyu, akıl hesaplar.
Cümle dolanır kaleme, labirent olur.
Kemale eren ki Hâk sızısı ışık.
Kalbin tekler, o da Râbb’in hediyesi.
Kervanın seyrini Aşk değiştirir, kirletir aklında iz.

Aklımdan taşıyordu tüm bunlar, anlattığım kimse anlamıyordu… bir süre sonra kendimin anlatamadığını hissettim. Sonra kendime anlatmaya başladım, kendi kendime öğrettim kendimi. Hesapladım tüm cümleleri, kelimelerin labirentlerinden sayfalar dolusu mantık kurdum. Anlam aradım, buldum! Amaç aradım, bulamadım! Ölümü de yaşamayı da birisi yaratmıştı, bu ikisi arasında neler yaptığındı mesele, matematiği basitti, aşık olana dek. Şair değildim, düşüncelerimin zihnimi meşgul etmediği anlarda kelimeleri artarda sıralayan binlerce yazardan biriydim ve bunda çok kötüydüm.

Anlam aradım şairlikte, bulamadım! Amaç aradım, anlatmaktı! Bir şeyleri süsleyip, allayıp-pullayıp anlatmaktı. Ne önemi vardı ki, hepsi sahteydi, dünya kocaman bir sahneydi. Kimse kendi rolünü oynamıyordu, kimse kendi kostümünü giymiyordu… Hepsi bir dağın zirvesinden aşağı koşarak ölüme koşuyordu. Kiminin üzerinde pahalı kıyafetler, kiminin ayaklarına taşlar batıyordu. Anlam aradım, buldum… tüm bu insanlar, ölmeliydi. Amaç aradım, bulamadım!

İnandığım Allah harici her şey sahtekâr,
ölüm kucak açarken, istekli olarak hücumda beden.
Asi insan-i, topraktan bedenin, boştan nefesin.

Tüm bu nefes alışverişlerin ardında ölüm ve yaşam arasında ne yaşandıysa, tüm bu yaşanmışlıklara bir bedel ödemeliydi insan, sahtekarlığının bedelini ödemeliydi, her an topraktan yaratılan bunca insan, pis nefesleriyle dünyanın atmosferini kirletirken asiliklerinin bedelini ödemeliydi. Anlam aradım, bulamadım! Amaç aradım, ölümdü, şükürdü!


Defterim kabarıyordu, yazmadığım her gün şu temiz ve beyaz sayfalara borçlu gibiydim… her düşünce, her fikir anlatılmalıydı, yazılmalıydı. Sayfayı çevirip, kalemin bir önceki sayfada bıraktığı izleri hissettim parmaklarımın ucunda. Evet, bunlar dünlerin yarınlara bıraktığı izlerdi. Yarınlar hiçbir zaman temiz değildi, kamburdu, hastaydı. Aslında yarın diye bir şey yoktu, sadece uyuyup-uyanmak vardı… Aslında yarın diye bir şey yoktu. Anlam aradım, bulamadım. Amaç aradım, bulamadım! Defterime uzandım…

Şansın yaver giderdi, kara gözler dikilmeden toprağına…
Toprağa da eziyet, ne kadar derine inebilirsiniz?
Renkleri ezberlenene kadar önemlidir gökkuşağı da,
Tek renk karanlık,
”Dertlerin boy-aşımın, dualar daim, şükür bol, defni şeytana muteakim”

Artık şiirsel takılıyordum, zaten kimse anlamıyordu yazdıklarımı, öyleyse kendi anladığım gibi yazabilirdim, nasıl olsa o kelimelere ne anlam yüklersem yükleyeyim benimdi. Ben nasıl serpiştirirsem o anlama bürünüyorlardı. Anlam aradım, avunmaktı! Amaç aradım, anlatmaktı!

Nadir olmaktı mesele, gökkuşağı gibi, her gün görünseydi gökyüzünde, güneş gibi anlamsızlaşacaktı, sıradanlaşacaktı. Mesele nadir bulunmaktı. Nadir fikirler üretip, nadir kelimeler kullanmaktı. Anlam aradım, bulamadım. Amaç aradım, sonunda yok olmaktı! Hepsinin sonunda yok olmak vardı. Hepsinin kendi içinde herkesin kendisi için yüklediği anlamlar vardı.

Yarınlara dert üretmekti insanın işi, kendi özlerinde vardı, yarınlarını kambur bırakmaktı tek yaptıkları ve öyle yaptılar… ve öyle oldu! Ve ben madem yazabiliyordum ve kimsenin umurunda değildi, madem sahne benimdi, özgürdüm, istediğim gibi saçmalayabilir ve istediğim kadar kendim olabilirdim.

Meftun Ozan. Gaflet, can yakar.
Sol yanım Bedbinderune.
Sağ yanım Ozan-ı Bedbaht.
Ozan, Özlem duymaz.
Bedbinderune söz âlimde.
Tat ve tükür kelimelerimi.
Düşerse kalkmaz beden, ölür…
Hüznümde son günüm ölüm.
Söylerse dilim, değer düşer.

Kendimi birkaç parçaya bölüm, parçalarım parçalarımla konuşmaya başladı önce. Bir içtenliğin içinde bir üretkenlik vardı, bir mutsuzluğun içinde bir mutluluk tohumu vardı. Ve hepsi bundandı, mutluluğu arayıştı, mutluluğa olan özlem vardı. Mutluluk ve mutsuzluk adına yazılmış milyarca yazılan cümleler, anlamlar, hepsini bir çırpıda hüzne boğup, öldürebilirdim. Ve anlam aradım, anlamsızdı! Amaç aradım, bulamadım.

Artık sistemin dışında, bağımsız insanlar gibi henüz zaman değirmenine asi bedenimle düşüncelerimin peşinden gidip, onları yenmek için bitmek-tükenmek bilmeyen bir savaşa girecektim. Madem özgürdüm, madem anlamı yoktu, neden bu uğurda ölümden sakınacaktım ki? Anlam aradım, anlam aramaktı! Amaç aradım, amaç aramaktı!


Çok basitti, hepsi çok basitti. Matematiğini öğrenmiştim, yaşamın matematiği, yaşamın matematiği öğrenmekti zaten.

Rüzgar misal eser Tufan.
Dağbaşı misal, tüter duman.
Ciğer misal öksürt, kanser.
Küçük misal, ezil gönül.
Parmak misal, kırıl kalem.
Kalem misal yaz fikir.

Ölüm ya da barış var.
Kalım ya da gidiş var.
Çıkış ya da düşüş var.
Zegin ya da çulsuz var.
Terör ya da günah var.
Silah ya da sevap var.

Bir tufanı başlatan da küçücük bir rüzgar değil miydi sonuçta? Her şey sebepliydi, birbirine bağlıydı, insan patlamak üzere olan volkanlar gibiydi, her an başının etrafındaydı dumanları, kapasitesinin farkında değildi, büyüklüğünün altında eziliyordu insan gönlünün seslerine takılıp, evet, insan böyleydi, kendi büyüklüğü altında eziliyordu. Bundan utanmıyordu da, birkaç kalem kırıp, birkaç dar ağacı kurdurabiliyordu bu potansiyeline rağmen insan… Dağ ağaçları kurduran kalemlerden çıkmamış mıydı o fikirler ki fikirler yüzünden kırılmıştı kalemler… tuhaftı, bir ortası yoktu… Ölüm vardı ceplerinde, barışlarında bile ölüm vardı insanların. Kalışlarında gidişler, öfkelerinde pişmanlıklar, düşüşlerinde hırçınlıklar vardı insanların…

Mesela hiçbir sınırı yoktu zenginliklerinin… insanın da zenginliğe bir sınırı yoktu, ne kadar verirsen o kadar alıyordu, ne kadar doldurursan o kadar doluyordu dünyayla… Tüm bu bolluğa rağmen zenginlerin yanında ölüyordu açlıktan fakirler, evet, fakirliğin bir sonu vardı, açlıktan ölmeye kadardı. Bu günahtı, topraklarına saldıranlara terörist derlerken, zenginliği hoş görüyorlardı. Evet, oysa zenginlik fakirlerin terörüydü ve umursamıyorlardı bunu… ve cazip gelmişti onları doyurmak yerine öldürmek, bu yüzden silahlar vardı bellerinde… Sevapları rüzgarlar eşliğinde hızla uzaklaşıyordu kendilerinden. Ve insan zenginlik cerayanında kendini üşütüyordu, bilmiyordu. Ve benim baş ucumda artık bir defterim vardı…

Ve bu gün vardır, Allah’ki hikmetin sahibi, hikmeti var eden.
Ve yarın vardır, Allah-ki, inananına cennetinden ferahlık salar.
Ve Bedbinderune vardır, tepeden tırnağa naçar, çare sessizlik devâdar.

Zaman denen olguyu bölüp, bir takvime sıkıştırmayı, bunu akıllara sokuşturmayı başardı insanlar başarıdan sayıp! Hikmetin habersiz yarınlara uyandı insanlar şanslarını hiçe sayarak, cennetleri kana boğarlarken yine öz canlarını hiçe saydı insanlar… Defterim ve ben, artık diğer insanlardan soyutlanmış, onlara göre ucubeydik. Ne var ki benim bir defterim vardı artık,

Kusurumun muhtevası bahçe bağında üzüm çürüğü,
Korkumun var oluş nedeni ebedi cehennem ateşi,
Günah defterin deneme tahtası olur da anlamazsın.
Hata da tekerrür dimağı ele geçirir, inanç zihin açar.

Bunu kusur bilip, bir süre anlam aradım kendimde, bulamadım! Amaç aradım, bulamadım! Korktum, irkildim, bir yangın yeriydi dünya, cehennemin ta kendisiydi, evet, insanlar yüzünden cehenneme dönmüştü dünya, günah defterleri delik-deşikti yaptıkları hatalar yüzünden! Anlam aramıyorlardı, bunun için çalışmıyorlardı. Her tekrar ettiklerinde hataları hep aynı tepkileri veriyorlardı. Ve benim bir defterim vardı, içinde inançlarım, içinde fikirlerim. Ve kendime olan samimiyetim.

Şimdi üzerinden 20 yıl geçmiş olmasına rağmen her satırında kaybettiğim anlamları arıyorum Lehçe-i Tefrik‘in, bu o zamanki zihnimle şimdiki zihnimin kıyaslanamaz özgürlüğünün öldüğü noktaydı. O zaman tek başımaydım ve diriydi bedenim… Şimdi ise birden fazla ben ile birden fazla fikrin içinde kendime sakinim, anlam arayışım devam ediyor, amaç arayışım anlam arayışım oldu.

Teşekkür ederim 13 yaşındaki anlam arayan “ben” eğer sen olmasaydın;
“Bilmeyecektim” hani şu tanrının bahsettiği “iyiyi ve kötüyü bilme ağacı” kastını. İşte tüm mesele yine “bilmekti” ve ben tüm bilinmeyene karşı bilmeyi seçmiştim.

Teşekkür ederim 13 yaşındaki “ben”…
Fizik, kimya, matematik, felsefe… hangisinden bahsedeceksek bahsedelim, kendi uydurmalarımız dahi olsa “bilmek” kabilinden anlam kattı kalbime, kalbimden de kendime!

Tekrar özür dilerim kendimden! (Özürlerim)

#OD | Bendeniz * Anlam aradım, anlam aramaktı! Amaç aradım, amaç aramaktı amaç!